29 Haziran 2009 Pazartesi

Konuşan Renkler 4: Mavi ne anlatır?

Mavini en çok bilinen ve belirgin olan çağrışımı gökyüzü ve denizdir. Su ve havanın ebedi ve ezeli başı sonu olmayan varlıklar olması sebebi ole mavi renk devamlılık ile özdeşleştirilir. Psikilojik alanlarda yapılan araştırmalarda mavinin metabolizmayı ve kan akışını yavaşlattığı ve kasların gevşemesine yardımcı olduğu keşfedilmiştir. Bu sebeple doğuda meditasyon ve gevşeme için mavi rengin hakim olduğu mekanlar ve ürünler tercih edilir. Mavi soğuk renklerden biri olmasından dolayı buz ve çelik ile de özdeşleştirilir. Her renkte olduğu gibi farklı tonlarının farklı etkileri vardır. Lacivert klasikleşme ve geleneksellik belirtmek için kullanılırken, turkuaz tonları canlılık ve modernizmin sembolüdür.

Beyazla beraber temizlik ve saflığı çağrıştırdığından genellikle deterjan kutularında ve temizlik malzemelerinin ambalajlarında mavi hakimdir. Ayrıca erkeklere özel ürünlerde de mavi kullanılır. Konfor, emniyet ve güven göstergesi olan mavi renk, taşımacılık alanında otobüs, uçak ve gemilerin hem amblemlerinde hem iç tasarımlarında çok sık kullanılır. Banka ve finans kuruluşlarının logolarında mavinin kullanılışının sebebi de budur.

Tarihe baktığımızda mavinin Hristiyanlığın ilk yıllarında, Hz. Meryemin çizimlerinde, hükümdarlıklarda kraliyetin ve entellektüel hayatın sembolü olarak kullanıldığını görebiliriz. Mavi gökyüzü ile özdeşleştirildiğinden bazı antik kültürlerde tanrıyı ve cenneti çağrıştırır.

Bunların haricinde mavinin, özgürlük, açık fikirlilik, özgür ruh, cana yakınlık, arkadaşlık, neşe, sorumluluk, güvenirlilik, otorite, ruhsallık, sadakat, prestij, elitlik, gurur, umut ve barış gibi positif anlamlarının yanı sıra; tutuculuk, bencillik, kendini beğenme, kasvetli, ciddi, ağırbaşlı, soğuk, içine kapanık ve bazen depresyon ve melakoli gibi negatif anlamlarıda vardır.

Konuşan Renkler 3: Sarı ne anlatır?

Sarı rengin doğada binlerce tonuna raslamak mümkündür. Altın sarısının parlaklığı, buğday başaklarının canlılığı ve hayatın kaynağı güneş ışıkları sarıyı her kültürde farklı bir yere taşımıştır. Belkide bu sebeple sarı büyüme ve gelişme ile özdeşleştirilir. Sarının açık ve pastel tonları konsantrasyonu arttırdığı için okulların duvarlarında kullanılır. Ancak sarı aynı zamanda hastalığı ve tehlikeyi çağrıştırır. Karantina ve dur, yaklaşma anlamına gelen işaretlerde, radyasyon, zehir ve toksik atıkların bulunduğu kutu ve varillerin üzerinde sarı ve siyah kullanılır. Hatta trafik lambalarında bile sarı dikkat anlamına gelmektedir. Bunun sebebi doğanın çağrışımlarıdır. Arıların, yılanların ve bazı kurbağaların derilerinde onların zehirli olduklarını işaret eden sarı ve siyah şeritler vardır.

Ayrıca yapılan bazı araştırmalara göre sarıyı çok seven insanların zihinsel sorunları olabileceği ortaya çıkmıştır. Araştırmacılar sarı severlerin ya çok ileri zeyaya sahip yada düşük IQ seviyesine sahip olduklarını düşünmektedirler. Sarının kavgaya ve huzursuzluğa neden olduğuna inananlar da vardır. Bu sebeple renk uzmanları özellikle çocuk odalarında sarının kullanılmaması gerektiğini, eğer kullanılırsa çocuğun gereğinden çok ağlayacağını ve huysuz olacağını söylenmektedir.

Sarı, objeleri olduğundan daha büyük ve önde gösterme eğilimindedir. Kırmızı, siyah veya lacivert ile birlikte kullanıldığında dinamik bir efekt verebilir. Eğer enerjik bir mekan yaratılmak istenirse turuncu ile beraber kullanılmalıdır.

Geçmişte antik medeniyetlerde, sarının dini resimlerin zemininde güneş ve ışığın krallığını anlatmak amacıyla çok sık kullanıldığını görebiliriz. Hem Hristiyanlığın ilk yılllarında hemde Çin’de Buda rahiplerinin giydikleri cübbeler safran rengidir. Pakistanda sarı ve siyah cehennemi sembolize eder. 19. yüzyılda Amerika’da sarı kurdele takan kadın kocasının savaştan dönüşünü beklediğini anlatmak istemektedir. Bu kurdela askerlerin taktığı kuşağı çağrıştırmaktadır. Daha sonra bu renk kadın hakları dernekleri tarafından kadın haklarının sembolü olarak kullanılır.

Sarının ayrıca girişimcilik, bilgelik, aydınlanma, deneysellik, neşe, arkadaş canlısı, hayat veren, hayal gücü, genişleme ve büyüme gibi positif anlamları; egoism, kıskançlık, ihanet, sahtekarlık, korkaklık, karamsarlık ve düşmanlık gibi negatif anlamlarıda vardır.

Konuşan Renkler 2: Kırmızı ne anlatır?

Kırmızının tehlike, tutku, öfke, ateş, sex, kan gibi birçok duygusal ve çelişkili çağrışımı vardır. Araştırmalara göre kırmızı renk kan basıncını arttırır ve ateşle ilişkilendirildiğinden bir mekanda kırmızı kullanıldığında ortam ısısı değişmese bile diğer renklere nazaran daha sıcak hissedilir. Kırmızı uyarıcıdır. Yol tabelalarında, elektronik aletlerin göstergelerinde, arabaların sinyal ışıklarında ve pazarlama alanında diğer renklerden daha çok dikkat çekmek ve uyarmak için kullanılır. Marketlerde satılan ürünlerin ambalajlarınının çoğunda alıcıyı cezbetmek için genellikle kırmızı kullanılır. Her yaşa ve cinsiyete hitap eder.

Turuncu, mor ve lila gibi renklerle birlikte kullanıldığında oldukça canlı bir atmosfer oluşturur ve gençler tarafından tercih edilir. Bordo ve kahverengine yakın tonları ise daha ağırdır ve genellikle ileri yaş grubunun tercihidir.

Kültürlerde de kırmızıya verilen anlamlar farklılık arzeder. Çin’de hem düğün rengidir, iyi şanşı sembolize eder, hemde kıskançlıkla özdeşleştirilir. Hindistan’da evlenen kadınların başlarına babaları tarafından kırmızı başlıklar takılır. Böylece onların kahraman ve cesur çocuklar doğuracağına inanılır. Ayrıca kırmızı tüm ülkelerin bayraklarında küçük yada büyük mutlaka kullanılmıştır. Kültürlerin kırmızı ile ilgili farklı yaklaşımları olsa da, tüm dünyada kabul edilen çağrışımlarda vardır.

Örneğin kırmızı her kültürde, positif olarak sıcaklık,alev, kan, enerji, aşk, güç, heyecan, duygusallık ve tehlikeyle özdeşleştirilir. Araştırmalara göre, koyu kırmızı ve bordo tonları toplumsal sorumluluk, adalet, zenginlik ve dürüstlükle, kahverengiye yaklaşan tonları ise konfor, karşılama, yakınlık, memnuniyet, erdem, fazilet ile bağdaştırılır. Kırmızının öfke, şiddet, savaş, isyankarlık, hükmetmek, durdurma, yangın, baştan çıkarma, ayrımcılık yapma, göşteriş yapma ve aşırı hırs gibi negatif çağrışımları da vardır.

Konuşan Renkler 1: Benim Adım Kırmızı



“Kırmızı olmaktan ne de mutluyum! İçim yanıyor; kuvvetliyim; fark edildiğimi biliyorum; bana karşı koyamadığınızı da...


Saklanmam, benim için incelik zayıflık yada güçsüzlükle değil, kararlılık ve iradeyle gerçekleşir ancak. Kendimi ortaya koyarım. Başka renklerden gölgelerden, kalabalıktan ve yalnızlıktan korkmam. Ne de güzeldir bir yüzeyi kendi muzaffer ateşimle doldurmak. ...


Bunu idrar eder etmez O’na yakın olduğumu korku ve mutlulukla sezdim. Hiçbir şeyle karşılaştırılmayacak bir kırmızı rengin varlığını o sırada huşu içinde hissettim. ...


Her yeri kaplayan ve içinde alemin tüm görüntülerinin oynaştığı öylesine harika ve güzel bir kırmızıydı ki bu yaklaşan, onun bir parçası olmak ve O’na bu kadar yakın olduğumu düşünmek gözlerimdeki yaşları hızlandırdı.”


Orhan Pamuk “Benim Adım Kırmızı”

Ya Hitler ressam olsaydı...

Dün akşam bir dvd izledim. "Genç Hitler-Max" John Cusack'ın oynadığı 2002 yapımı biraz yavaş ama konu itibariyle düşündürücü bir filmdi. Adolf Hitlerin resim ve siyaset arasında gidip gelen hayatını anlatıyordu. Film Hitler'in "insan" özelliklerini anlattığından yahudiler tarafından eleştirilmiş. Birinci Dünya savaşından sonra Büyük Buhran yıllarında geçiyor hikaye. Adolf Hitler savaştan yeni dönmüş bir onbaşı. Ailesi parası ve kalacak bir yeri olmadığından ordunun onlara tahsis ettiği kalabalık yatakhanelerde kalıyor. O dönemde Max Rothman adında yahudi bir resim galerisi sahibiyle tanışıyor. Resimlerini satmak, sattırmak için çalışırken, diğer taraftan sosyalist hareketin yandaşları onun hitabet kabiliyetini farkediyor ve onu propaganda yapması için teşvik ediyorlar. Max Rothman ve Hitler arasında yaşanan gidişli gelişli ilişki, sonunda Max Rothman'ın ölümü ve Hitlerin Sosyalist harekete katılmasıyla son buluyor. İnsan, acaba Hitler'in resimleri satılsaydı, sosyalistlerin ilk başta vaadettiği paraya ihtiyaç duymasaydı, bu kadar insan öldürülür müydü? diye düşünmeden edemiyor. Ben sanat konusunda uzman değilim ama hem doğa hem mimari resimler hiç te fena değil. Ayrıca Hitlerin tasarımcı özelliği de var. Volkswagen'in dünyada en çok satan modeli beetle Hitler tarafından Ferdinand Porsche'ye tasarlattırılmış. Ancak bugün bildiğimiz kaplumbağa tasarımı Hitlerin kendisine aittir. Sonuç olarak Beetle şuana kadar dünyada en çok satılan otomobil ünvanını elinde tutuyor. Belki başta herşey farklı gelişseydi Adolf Hitler'i binlerce insanı öldürten bir diktatör değil, Picasso, Le Courbusier yada Stark gibi ressam, mimar ve tasarımcı olarak tanıyacaktık.

Piknik yap(ama)mak....

İki gün önce gazetede Ankara'nın piknik alanlarını konu alan bir haber vardı. Hayatım boyunca gittiğim piknikler bir elimin parmağını geçmez. Piknik anılarım ortaokul ve lise yıllarımda okulla gittiğimiz pikniklerle sınırlıdır. Annem çok titiz olduğundan aile piknikleri de bizim için bir hayaldi. Öncelikle oraya giderken giyilecek kıyafetler eski olmalıydı ki gelince gerekirse atılabilsin! Götürülecek tas tabak örtü ve benzeri eşyalar eve geldiğimizde derhal ve acilen mikrop arındırma işlemlerine tabi tutulur ve bizimle birlikte dokunduğumuz herşey yıkanırdı. Dolayısıyla piknikte oynadığımız oyunlar burnumuzdan gelir ve gitmek istemezdik.

Bu sefer annem burada olmadığına göre biz makus talihimizi yenerek güzel bir pazar günü piknik sefası yapabiliriz diye düşündüm. wowturkey.com sitesinden gidilebilecek dere yada göl kenarı değişik yerler araştırdım. Mavi göl eski adıyla Bayındır Baraj Gölü dikkatimi çekti. Göl manzaralı piknik kardeşiminde iştahını kabarttı. Pazar günü üç kişi oraya gitmeye karar verdik.

Pazar sabahı hazırlıklarımızı yaptık. Saat 13 civari evden çıktık. Yarım saatlık bir yolculuktan sonra Kayaş civarinda bulunan Mavi Göle vardık. Ama içeriye girer girmez şok geçirdik. Değil boş bir masa, boş gölge bile yoktu. En azından arabayı park edecek ve etrafa bakacak park yeri dahi bulamadık. Dipdibe masalar, ortalıkta bağrış çağrış koşuşturan çocuklar, mangal kokuları, masalarda okey oynayan pala bıyıklı abiiler!!! Bi çubuklu pijaması eksik göbekli mangal yakan amcalar.... Dolayısıyla Mavi göl sevdamız çabuk bitti.

Oradan çıkıp Gölbaşı tarafına geldik. Orada da benzer bir manzara vardı. Her yer sabahtan doluyormuş meğer. İnsanlar piknik için sabah saat 7'de yola çıkıyorlarmış. Konu komşu akraba kim varsa toplanıp piknik alanında erkenden masa tutuyorlarmış. Önce kahvaltı sonra öğle yemeği ve son olarak akşam yemeği yiyorlar, güneş battıktan sonrada evlerine gidiyorlarmış.

Biz paşa paşa Eğmir Gölünün yolunu tuttuk. Göle yakın, sakin ve huzurlu bir yer bulduk. yemeklerimizi çıkardık, gazetemizi okuduk, biraz keyif yaptık ve en önemlisi buranın halka açılmasını önleyen ODTÜ rektörüne dua ettik!!! Etrafta size (çok özür dilerim) öküz gibi bakan pala bıyıklı abiler, mangal kokusu ve çığlık çığlığa koşturan çocuklar yoktu. Hatta okullar kapalı olduğundan her zamankinden daha da boştu. Ortam güzeldi ama bu seferde aniden bastıran sağnak yağmur "Eh sizin gibi acemi piknikçilere bu kadar keyif yeter" der gibi pikniğimizi erken bitirmemize sebeb oldu. Dönüş yolunda gölün arka tarafından gideren Bağ evinde biraz dolaştık. Yağmur altında, dalgalı gölün fotograflarını çektik ve ilk piknik maceramız böylece bitti....

26 Haziran 2009 Cuma

wos wos wos wos wos wos

Şuaralar güzel düşüncenin iyi şeyleri getirdiğini anlatan yazılar, kitaplar arasında boğuşuyorum. "YA OLMAZSA DEĞİL, YA OLURSA" felsefesini benimsemeye karar verdim. Şimdiye kadar negatif düşünerek elime ne geçti. Hiç. Bu sebeble ileride mutlaka ama mutlaka bir New Beetle'ım olacağına inanıyorum. "Secret" kitabında (Her ne kadar bazı kısımlarını gülerek okusam da)"İstediğiniz şeylerin resimlerini hergün göreceğiniz bir yere asın. Bir süre sonra onun gerçekleştiğini göreceksiniz." diyordu. Bu sebeble wos wos ve New Beetle fotograflarını her yere koyuyorum. Birgün benimde kırmızı bir Beetle'ım oacak biliyorum.
YAŞASIN İNANMANIN GÜCÜ....

24 Haziran 2009 Çarşamba

Düşünce Gücü...


Tasarlanmış Düşünceler...
Einstein `Eğer zihnimizden çıkanları görebilseydik, dönüp dolaşıp onların bize geri döndüğünü de görebilirdik` demişti.
Düşüncelerimiz canlıdır. Canlı olan herşey gibi belli bir enerji akışı içinde hareket halindedirler. Mevcut yaşamımız düşüncelerimiz ve onların içinden yaptığımız seçimler doğrultusunda gerçekleşirler. Kısacası düşündüğümüz şey gerçek olur.
Düşüncelerimiz dengeli bir zihin içinde belli bir hızla, tıpkı bir nehir gibi zaman zaman coşkulu zaman zaman sakin biçimde akıp gittikçe hayatımız da öyle olacaktır. Eğer düşüncelerimiz sıkıntı yaratan cinsten değilse, takıntılı, endişeli olduğumuz bir durum yoksa, hayatımız da rahat ve huzurlu geçecektir. Bunun tersi de zihnimiz ne kadar karışık ve dağınıksa hayatımızı da öyle yaşarız.
Her an gözlemleyebileceğimiz bir diğer şey, düşüncemizin duygu ve davranışlarımızı da etkilemesidir. Mutlu ve neşeli bir anınızda sizi çok üzebilecek olumsuz bir düşünceyi aklınızdan geçirmeye çalışın. Duygularınızın değiştiğini farkedeceksiniz. Duygularınıza bağlı olarak davranışlarınız da bundan etkilenip değişime uğrarlar.
Aynı şeyi canınız sıkkın veya mutsuzken de yapabilirsiniz. Sizi mutlu edecek, keyfinizi yerine getirecek birşeyler düşünün hemen neşelenirsiniz. En azından üzüntünüz hafifler. Eski durumunuza dönmek zorunda değilsiniz.
Kendinize ait sandığınız düşünceler çoğunlukla sizin ürettiğiniz düşünceler değildir biliyor musunuz ? Genellikle farkında olmadan başkalarının inançlarından alınmış, ödünç düşüncelerdir.
` Hayat zor ` deriz. Günde kaç kez hayatın zor olduğunu aklınızdan geçirdiğinizi bir düşünün! Ve bunu günde kaç kez birilerinden duyduğunuzu bir sayın hele şaşarsınız! Hayatın zorluğuna dair olan bir inancı başkalarından ödünç alıp kendi inancınız haline getirdiğinizden şüpheniz mi var? O günden beri hayatınız zorlaşmadı mı?
Düşüncenin içinde muazzam bir enerji potansiyeli var ki bu enerjiye duygu da eklersek hem yoğunluk hem de hız kazandırmış oluruz. Eğer evren böyle yaratıldıysa biz de istediğimiz her şeyi yaratabiliriz. Tasarlamaya başlayın, beyin kıvrımlarına gönlünüzü de katarak düşünce ve duygularınızı istediğiniz şeye odaklayarak, yoğun biçimde ve hiç vazgeçmeden olacağına dair inancınızı yüreğinizden destekleyerek, belirterek ve farkederek yaratabilirsiniz. Dua ederek veya meditasyon yaparak içinizde oluşacak saf ve şükran yüklü enerjiyi çoğaltabilir, düşlerin gerçekleştiği alana hızla ve kolaylıkla geçebilirsiniz.
DÜŞLERİMİZİ TASARLANMIŞ BİR DÜŞÜNCEYE ÇEVİREREK VE YOĞUN BİR DUYGUYLA BESLEYEREK İSTEDİĞİMİZ HERŞEYİ VAR EDERİZ !
Duaların gerçekleşmesi veya mucize diye adlandırdığımız durumlar zannedildiği kadar ender değildir. Tanrı`nın bize bahşetmiş olduğu muazzam güç olan kozmik enerjiyi tam kapasiteyle kullandığımız zaman onun bizim için sevgiyle yarattığı bilmediğimiz yeteneklerden birini daha devreye sokmuş oluruz. O bize bu dünyayı sevgiyle yarattı biz de sevgiyle yaratabiliriz. Belki de hayatın anlamı bu harikulade potansiyel gücü doğru kullanmakla başlıyor.( Hani bazen `hayat ne kadar anlamsız ` diyoruz ya!)
Yokederek değil, varederek, başkalarına zarar vererek değil, fayda sunarak yaşamı yeniden ve yeniden yaratmak herzaman elimizde olacak. Gereken şey potansiyelleri farkedebilmek, doğru seçimler yapmak ve öğrenmekten hiç vazgeçmemek.
Öğrenmek demek bilgiyi bilince çevirmek demek. Başkalarının değil bizzat kendi yaşadığımız bilinçli deneyimlerimizle yola çıkmak. Bizi cehalet içinde bırakan bilinçaltımızdan kurtulmak. Karanlıktan ışığa doğru gelişmek ve bilgeleşmek.
Sevgiyle yaşayın.

Mine Kavalalı

Öyle ihtiyacım varki bu sözlere inanmaya. Öyle midir gerçekten? Düşüncem gerçekleşir mi eğer istersem? Bana çok uzak geliyor şimdi. Sanki bir nehrin kenarındayım. Nehir hızla akıp gidiyor. İçinde başka insanlar var. Bir şekilde bata çıka nehirle mücadele ediyorlar. Ama ben nehre atlamaya korkuyorum. Ne yapabileceğimi bilmiyorum. Ya başarısız olursam korkusu, mutsuzluk korkusu. Diğer yandan durduğum yerin sıradanlığı, monotonluğu, ya sonra ne olacak dedirten durağanlığı... Acaba yüzme biliyor muyum? Bende atlarsam boğulur muyum? BİLMİYORUM. :(

23 Haziran 2009 Salı

Gezdim Gördüm Yazdım 2: Cinci Han, Safranbolu

2008 yılında Hacettepe Üniversitesi İç Mimarlık Bölümünde doktora için özel öğrenci olarak dersler alırken Kervansaraylar hakkında kapsamlı bir rapor yazmıştım. O araştırmanın son aşamasında Safranbulu'da bulunan Çinci Hanı incelemiştim. Vakıflar Genel Müdürlüğünden özel izin alarak, şuanda otel olarak kullanılan Hanın yöneticilerinden bilgi almıştım. Ayrıca uzun yıllardır Safranbolu'da yaşayan Batista Turizm'in sahibi Mehmet beyden de çok değerli bilgiler aldım. Kendisi aynı zamanda Cinci Han Otelin restorasyon çalışmalarını yapan mimarlardan biri ve hem otel hem Safranbolu konusunda çok bilgili. Soranlara zevkle ve güleryüzle anlatıyor. Yeterki ilgilenenler olsun.:)Hazırladığım ödevi ve fotografları daha önce wowturkey.com sitesinden yayınladım. Buradan ihtiyacı olanların kullanması için bir kısmını tekrar yayınlıyorum. Extra bilgiye ihtiyacı olanlar bana ulaşabilirlerse ben onlara zevkle yardım ederim.
Hanın tarihçesi:
Cinci Han Çinci Hoca tarafından 1645 yılında yaptırılmıştır. Handan bahsetmeden önce Cinci hoca hakkında kısaca bilgi vermek gerekir:
Tarihte Cinci Hoca olarak anılan Karabaşzade Hüseyin Efendi Safranbolu eşrafından Şeyh Mehmet Efendinin oğludur. Babası tarafından İstanbul’a okumak için gönderilen Hüseyin Efendi eğitiminden sonra Valide Sultan tarafından saraya alınır ve kısa sürede Sultan İbrahim’in yakın çevresine girer. Deli İbrahim olarakta bilinen Sultan İbrahim üzerinde bir takım telkin edici güçlerle söz sahibi olur, hatta zaman içinde sultanın fikir danıştığı kişi haline gelir. Önce zorla bitirdiği okula padişah emriyle müderris olur. Daha sonra döneminin sultandan sonra en önemli mevkii olan kazarkerlik görevine getirilir. Genç yaşına rağmen çok büyük bir servete sahip olur. Öncelikli olarak, 17 yüzyılda Osmanlı haritalarında bile görülmeyecek kadar küçük ve önemsiz bir kasaba olan Safraanbolu’ya bir han inşa ettirir. Arkasından hamam ve iki bina arasına gelen bölgeye 50 adet küçük dükkan yaptırır. O dönemde han-hamam gibi gayrimenkuller yasalara göre ölen kişinin yakınlarına yada akrabalarına değil devlete aktatılmaktadır. Cinci hoca kendi yaptırdığı bu binaların ölümünden sonra devlete intikal etmesini engellemek için annesi Hamide Hatun adına bir vakıf kurar ve tüm bu eserlerini bu vakıfa, vakfın idaresini de ailesine bırakır. Böylece bu yapılar bozulmadan günümüze kadar gelmiştir.
Cinci han döneminin en güzel örneklerinden biri ve belki de Safranbolu gibi tarihi ve turistik bir ilçenin içinde ve merkezde olduğundan oldukça iyi korunmuş bir yapıdır. 2000–2004 yılları arasında özel bir firma tarafından restorasyonu tamamlanan yapı, 2004 yılında, Çinci Han Otel adı altında 25 odalı bir otel olarak hizmete açıldı. Oteli vakıflardan devralan firma yetkilileri, restoratörleri ve mimarlarıyla beraber yeniden restorasyona başladı. Yenileme aşamasında, özelikle avlu taşları, odaların iç tasarımında kullanılan bazı malzemeler hakkında geçmişten kalan bilgiler olmadığından,17 yüzyılın Osmanlı dönemi mimarisi ve dönemin diğer yapılarında kullanılan malzemeler ve teknikler araştırıldı. Geniş araştırmalar ardından en uygun malzemeler seçilerek benzer yöntemlerle gerekli yerlere uygulandı. Örneğin, avlu zemindeki taş dokunun tamamına yakını tahrip olduğundan yenileme çalışmaları oldukça zaman ve çaba aldı. Zemine yerleştirilen kesme taşlar, tek tek taraklama yöntemiyle işlenerek yerine oturtuldu.
Yapı özellikleri ve Restorasyon:
Kireç taşı kullanılarak yapılan binanın kemerleri günümüze iyi korunarak gelmiştir. Yapıda avlu, giriş ve odalarda son derece sade bir tasarım anlayışı hâkimdir. Süsleme yok denecek kadar azdır. Yalnızca girişin üstünde ve bazı kemerlerin kilit taşının üst kısmında dairesel çiçek motiflerine rastlanmaktadır. Restorasyon sırasında bu bezemelere dokunulmamış, olduğu gibi korunmuştur. Cinci Han 2000 yılından önce restorasyon çalışmaları başlamadan önce depo olarak kullanılıyordu. Handaki her oda bir Safranbolu esnafı tarafından kiralanıyordu. Han otel olarak kullanılmaya başladıktan sonra odaların kapılarının üzerine önceden o odayı kullanan kişilerin yada firmaların isimleri ya da varsa lakapları yazıldı. Cinci Han’ın otele dönüştürülmesinde yaşanan en büyük sıkıntı odalardaki ıslak hacimlerdir. Han Ağası’nın Odası dışındaki odalarda hususi tuvalet olmadığından ıslak hacimler için iki odanın arasındaki bir oda kullanılmıştır. Odanın yarısı sağ taraftaki odanın banyosu olarak, diğer yarısı da sol taraftaki odanın banyosu olarak kullanılmıştır.Giriş katındaki odaların ıslak hacimleri ise daha farklı bir metotla yapılmıştır. Bu kattaki odaların kendine has bir özelliği vardır. Burada her odanın içinde sandık odası olarak adlandırılan ve yatağın altından bir kapakla girilen yeraltı odacıkları mevcuttur. Bu küçük mekânlar yolcuların değerli mallarını gece rahatlıkla saklamaları için tasarlanmıştır. Odada kalan tüccar ya da kervan sahibi yükünü ve değerli eşyalarını gece bu odacıklara koyar, kapağın üzerine de yatağını sererdi. Sandık odasının tek girişi bu kapaklar olduğundan, çalınma korkusu yaşamadan rahat bir gece geçirirlerdi.Günümüzde bu odacıklar biraz genişletilerek banyo olarak kullanılıyor. Odaların girişlerinin hemen yanından aşağıya inilen merdivenlerle banyoya ulaşılıyor. Hanın en büyük ve önemli odası Han ağası odasıdır. Diğer odalardan daha yüksektedir. Ayrıca hanın giriş kapısının tam üzerindedir. Böylece gece gündüz hana giren çıkan kişiler rahatlıkla görülebilir. Ayrıca hanın girişinin üzerinde bulunan çıkmanın zemininde gizli bir kapak bulunur. Buradan eğer hana gece gelen ve girmek isteyen kişi beğenilmezse sıcak su ya da kızgın yağ döküldüğü söylenir. Günümüzde bu kapak üzerinde geniş bir sedir yer almaktadır. Cinci hanın en önemli özelliklerinden biri de çağının ötesinde bir mimari anlayışla derenin üzerine inşa edilen deve ahırıdır. Hanın girişinin sağ tarafını boydan boya kaplayan dikdörtgen şeklindeki ahır kısmı, kolonlarla derenin üzerinde yükseltilmiştir. Hatta derenin kavisli akış güzergâhı bile korunmuştur. Böylece ahırda barınan hayvanların pislikleri dereye rahatlıkla boşaltılabilmektedir. Ayrıca han odalarının altından birleşen kanallar sayesinde insanların kanalizasyon atıkları da bu dereye boşaltılmaktadır. Hanın 1645 yılında yapıldığı düşünüldüğünde, bu muhteşem detaylar hayranlık uyandırmaktadır. Ayrıca ahırın üzerinde, ikinci katta buluna fil ayakları, kolonların yere bastığı nokta ahırın kemerlerinin kilit taşları üzerine gelmektedir. Kemerlerin bu basınç karşısında dağılmasını önlemek için, hanın dışından payandalarla desteklemiştir. Bu şekilde han 363 yıldan beri sapa sağlam ayaktadır. Bu sistemde de restorasyon kısmında herhangi bir müdahale yapılmamış ve olduğu gibi bırakılmıştır. Ahır şuanda büyük yemek salonu olarak hizmet vermektedir. Ahırın dikey dikdörtgensel pencere açıklıkları aynen korunmuş, duvarla aslına uygun olarak beyaz sıva ile boyanmıştır. Pencere açıklıklarının kalın duvarlarda prizmatik olarak genişlemektedir. Işığın doğrusal olarak yayıldığı dikkate alınarak minimum açıklıkta maksimum aydınlık sağlamak için kalın duvarlar beyaza boyanmıştır. Böylece ışık emilmeden olduğu gibi içeriye yansır. Her iki açıklığın arasında kalan mesafe o kadar düzgün hesaplanmıştır ki güneş ışığı olduğu sürece içeride karanlıkta kalan herhangi bir nokta yoktur.
Deve ahırının üst katında bulunan dikdörtgen ince uzun hol şuanda toplantı salonu olarak kullanılıyor. Bu mekân 17 yüzyıl hanlarında parası olmayan fakir yolcuların konaklaması için yapılmış ve 3 gün boyunca burada yeme içme dâhil tüm ihtiyaçları karşılanırmış. Mekânın içinde bulunan diğer odacıklar mutfak ve tuvalet olarak değerlendirilmiş. Cinci han’ın avlusu altında 200 tonluk bir su deposu vardır. Bu su deposuna sular dağlardan geçmeli kanallarla taşınarak gelir. Suyun fazlası hanın hemen yanı başındaki dereye aktarılır. Bu depo sayesinde handa konaklayan yolcular ve hayvanlar asla su sıkıntı çekmezlerdi. Avlu üzerinde bulunan havuz ve havuzun kenarlarında hayvanların su içmesi için yapılan kanallar günümüze pek zarara uğramadan gelmiştir. Şuandan havuz etrafında çiçek saksıları konulmuştur. En üst katta çatıda bekçi odası bulunmaktadır. Hanın dört duvarı yüksek ve kapısı demirden olduğu için hırsızlar içeri girmek için çayıyı kullanırlardı. Bu sebeble bekçi kapıda değil çatıda nöbet beklerdi. Şuanda bu oda depo olarak kullanılmaktadır.
Sonuç olarak Safranbolu gibi iyi korunmuş mimari eserleri bulunan bir ilçede mutlaka gezilmesi gereken bir yapı. Yalnız bildiğim kadarıyla gezi karşılığında küçük bir ücret alıyorlar. Bilginize...

22 Haziran 2009 Pazartesi

Gezdim Gördüm Yazdım 1: Kekova

NEREYE GİTSEK?
2008, Eylül ayının ortaları. Sıcak bir öğleden sonra. Ramazan bayramına iki hafta var. Ablam aradı.
-Sena, bayram bu sene on gün. En azından 3-4 gün biyerlere gitsek. Sen bilirsin nereye gidelim?
-Ama ablacım, bence her yer dolmuştur. Bu işi çok önceden yapmak, planlamak lazım. Şimdi boş yer bulamayız ki.
-Yaa, neyse sen bi araştır bakalım belki bulursun.
Telefonu kapatınca düşünmeye başladım. Aklıma Google Earth geldi. Boş kaldığım zamanlarda Karadenizden başlayarak tüm sahilleri dolaşırdım tepeden. Oraları gezip görenlerin koyduğu fotoğrafları incelerdim. Yine başladım aramaya. Aylardan ekim. Ege soğumuştur. Hem de uzak. Daha yakın olmalı. Akdeniz olabilir mesela. Antalya civarı, Kaş, Kalkan veya Fethiye olabilir. Kaş'ta dalış hocası olan ortaokul arkadaşım Ece'yi aradım. "Burada hiçbir pansiyon yada otelde yer kalmadı. Ben önceden arayan arkadaşlarıma bile yer bulamadım" dedi. Biraz internetten otel araştırması yaptım. Ama ya pahalı yada yer kalmamış. Bende daha az bilinen yerleri aramaya başladım. Google Earth'da Kaş'la Demre arasında Kekova adası dikkatimi çekti. Hemen yakının da Kaleköy isimli küçük bir sahil kasabası vardı. Resimlerinden çok sevimli ve sakin bir yer olduğu belliydi. Pansiyon aramaya başladım. Epi topu 10 pansiyondan yalnızca birinde Sahil Pansiyon'da boş oda vardı. Yer ayırttırıp, pansiyon sahibi Yurdakul beyden ulaşımla ilgili bilgiler aldım ve hemen ablama haber verdim.
ULAŞIM
Kekova'ya ulaşım tahmin ettiğimizden çok daha zordu. Önce Konya'dan otobüsle Antalya'ya gittik. Gece yolculuğu yaptığımızdan gündüze göre nispeten rahattık. Otogardan Demre'ye giden ilçe minibüsüne bindik. Minibüs yol üzerinde her 10 dakikada bir durup yolcu indirdiği yada bindirdiği için Antalya-Demre arası tam 3 saat sürdü. Son yarım saatte özellikle Finike'den sonra muhteşem deniz manzarası bize eşlik etmeye başladıysa da neredeyse 90 dereceyi bulan virajlı ve dar yollar biraz sıkıntı yarattı. Demre'den sonraki durağımız Üçağız köyü idi. Buraya başka ulaşım olmadığından 15 dakikalık bir taksi yolculuğu ile ulaşabildik. Kaleköy'e karadan herhangi bir yol olmadığı için oraya gitmek için küçük bir kayık kiraladık.
Kayık hareket ettiği anda gördüğümüz muhteşem manzara, 8 saatlık yorucu yolculuğumuzu unutturdu. Denizin yalnız Akdeniz'de görebileceğimiz koyu mavi rengi, o bölgeye has dik kayalıklar, kayaların arasında aniden ortaya çıkan eski antik kentin kalıntıları... Her iki tarafından kayalıkların çevrelediği ve doğal bir limanı andıran koyu geçer geçmez karşımızda Kekova adası belirdi. Koydan sola doğru kıvrıldığımızda bir dağın eteğine kurulmuş, küçük taş evleri, evlerin balkonlarından sarkan sardunyalarıyla şimdiye kadar gördüğüm en sakin, en güzel ve en huzurlu sahil cenneti Kaleköy çıktı karşımıza.


SAHİL PANSİYON
Kaleköy'da kalacağımız pansiyon tam denizin kıyısında 4 odalı ve 10 kişi yatak kapasiteli sevimli bir köy evi. Pansiyon Yurdakul bey, eşi ve oğulları tarafından işletiliyor. Yıllar önce köye turist gelmeye başladıktan sonra onlarda diğer köy halkı gibi oturdukları evi pansiyona çevirmişler. Alt kattaki tek odada kendileri oturuyorlar,üst katları da gelenlere kiraya veriyorlar. Yemekleri kendileri yapıyor, getir götür işlerini de kayıklarıyla evin küçük oğlu yapıyor. Üst kattaki odalar o kadar küçük ki bir adet çift kişilik yatak, bir küçük dolap ve bir komodinden başka hiç birşey sığamaz. İki kişinin yan yana yürümesi için yeterli alan yok. Ama dört odanın ortak kullandığı denize ve Kekova adasına hakim balkonu görünce odaya yalnız uyumak için gireceğinizi daha ilk dakikadan anlıyorsunuz.
Pansiyonun önünde diğer pansiyonlar gibi kumsal yok. İskele benzeri uzantılar üzerine şezlonglar yerleştirilmiş. Tüm konuklara yetecek kadar şezlog olmadığından erken davranılması lazım. Sabah kahvaltıyı bizim gibi erkenden yapacaksanız dünkü ekmeklerle yetinmek zorundasınız. Ama eğer 10'a kadar bekleyebilirseniz Üçağız'dan tekneyle getirilen sıcak çıtır çıtır köy ekmeğini tadabilirsiniz. Tabii yanında hormonsuz domates, salatalık, köy yumurtası ve pansiyon sahibinin kendi eliyle yaptığı peynirle birlikte... Eğer isterseniz fesleğenli gözlemede isteyebilirsiniz. Yanına bir bardak da çay ekleyin ve bu keyfi denizin kıyısında, dalga sesleri eşliğinde yaptığınızı hayal edin. Başka birşey söylememe gerek var mı? :) KALEKÖY, ESKİ ADIYLA SİMENA
Kaleköy aslında Simena olarak bilinen eski Likya Uygarlığının başkentiymiş. Uzun yıllar önce büyük bir depremle Sinema şehrinin büyük bir kısmı suların altına gömülmüş. Üzerine yeni uygarlıklar kurulmuş ama onlar eskisine saygı göstermişler ve kalıntılar az zararla günümüze kadar gelebilmiş. Şuanda Kaleköy koruma altında. Köyde eski taş evlere bir çivi bile çakmak yasak. Eskiyen pencereleri yada kırılan kepenkleri değiştirmek için mutlaka izin almak gerekiyor. Ne mutlu ki köy halkı koruma konusunda çok bilinçli. Hem kendileri çok dikkat ediyorlar, hemde gelen turistlerin dikkat etmesini sağlıyorlar. Konuştuğumuz köylüler 1975 yılından beri köye yerleşen olmadığını söylüyorlar. En son Rahmi Koç ve başka bir işadamı köyden ev almış. Sonrasında hiç ev satılmamış daha doğrusu sattırmamışlar.
Köyü gezmeye başladığınızda en çok hoşunuza gidecek şey dar ve merdivenli sokaklar. Köy dağın denizle buluştuğu yamaca kurulduğundan kaleye çıkmak, hediyelik eşya satan yerlere veya restoranlara ulaşmak için mutlaka birkaç merdiveni tırmanmak zorundasınız. Her sokak başında ya eski antik bir kolon yada eski bir evin pencereleri ile karşılaşıyorsunuz. Tüm eserler sanki birkaç yıl önce kullanılıyormuş gibi korunmuşlar. Çocuklar yanında oynuyor, kediler dolaşıyor ama büyüklere has bir bilinçle eski eserlere zarar verecek herhangi bir harekette bulunmuyorlar.
Köyün en turistik mekanı kalesi. Burayı görmek için biraz merdiven çıkmayı göze almanız gerek. Çünkü burası köyün oldukça yukarısında kalıyor. Kalenin yıkıntıları arasında en çok göze çarpan şey burçların içinden deniz ve ada manzarası. Özellikle gün batımında buradan manzara tarifi mümkün olamayacak kadar güzel. Kalenin girişinde sağ tarafta önceleri kilise olarak kullanılan daha sonra islamiyetle birlikte mescit olarak değiştirilen bir mekan mevcut. Kalede en belirgin mekan burası. Diğer kısımların tam amaçları belli olamayacak kadar harap olmuş. Biz yalnızca belirli kısımları gezebildik. Biraz daha yukarılara çıkabilmek için sağlam bir akciğer ve tırmanmak için uygun kıyafet gerekliydi. Benim gibi yükseklik korkusuna sahipseniz bu kadar kale gezisi yeterli diye düşünebilir ve bulunduğunuz yerden güneşin batışını seyredebilirsiniz.Köy halkı o kadar güler yüzlü ve yardım sever ki, bu insanlar Türkiye'de mi yaşıyor acaba diyorsunuz. Gezerken size gülümseyerek selam veriyorlar, hediyelik eşya dükkanlarında tepenizde aniden biten yapışkan satıcılar yok. Köyle ilgili sorduğunuz soruları dinliyor ve bildikleri herşeyi anlatıyorlar. Kediler bile insanlara alışmış, yaklaştığınızda kaçmıyorlar.
Kaleköy'de en çok dikkatimi çeken şeylerden biri de köyde ses kirliliğinin olmamasıydı. Özellikle akşamları yüksek sesli müzik çalmak kesinlikle yasak. Tüm gün ve gece yalnızca kendinizi ve denizin sesini dinliyorsunuz. Asla etrafta bağıran (böğüren) Alişan, Tarkan yada Eminem şarkıları yok. Zaman zaman geçen yatlardan yada teknelerden müzik sesleri duyabiliyorsunuz. Eğer demir atan tekne olursa onlarda belirli bir saatten sonra bu kurala uymak zorundalar.
NE YESEK?
Böyle bir soru sahil köyünde biraz garip kaçabilir. Tabi ki buranın da en favori yemeği balık. Özellikle Sinema Restoran bu konuda oldukça iddialı. Mevsim balıklarını istediğiniz şekilde (tava yada buğulama) pişirip getiriyorlar. Neredeyse Likya ile özdeşleşmiş olan taş mezarın yanıbaşında denize uzanan iskelenin üzerine konmuş tahta masalarda mum ışığı altında balığınızın keyfini çıkarabilirsiniz. Eğer benim gibi biraz yorgunluk hissediyorsanız, restoran sahibinin eşinden (şuanda ismini hatırlayamıyorum oda diğer köy halkı gibi çok yardımsever bir bayandı) 4-5 farklı otun karışımı olan bitki çayından isteyebilirsiniz.
BATIK KENT, TERSANE KOYU İkinci gün için neler yapabiliriz derseniz öncelikle batık şehre gitmenizi öneririm. Burayı görebilmek için mutlaka erken kalkmalısınız ki deniz berrak olsun. Böylece suyun altındaki evlerin duvarları, yollar daha rahat görünsün. Batık şehire gitmek için köyden bir tekne kiralamak gerekiyor. Tekne sizi istediğiniz yerden alıp tüm batık şehiri gezdiriyor. Batık şehir Kekova adasının kıyılarında, Kaleköy'ün karşısında yer alıyor. Duvarların arkasından gelip denizin sonsuzluğuna inen taş merdivenler, evlerin kapı ve pencere boşlukları, kilisenin tabanı, duvarlarda mum ve benzeri aydınlatma elemanları için açılan nişler antik kentin yaşamı hakkında biraz fikir veriyor. Burada bu evlerde kimler oturdu, bu medivenleri kimler kullandı diye düşünüyorsunuz. Acaba yüzyıllar sonra bizin oturduğumuz evlere bakıp bizi merak edecek insanlar olacak mı? Tabiki bu sorunun cevabını vermek çok zor. En son kısımda şehrin sular altında kalan ancak yinede su altından seçilebilen küçük tekneler için yapılmış limanı görülüyor. Daha sonra tekne sizi Tersane Koyuna götürüyor. Burası Kekova adası üzerinde kumdan sahili olan sayılı koylardan biri. Yine yol üzerinde Kaya mezarları dikkatini çeker. Koyun sahilinde de ancak bir kolonu ve kemerinin bazı parçaları sağlam kalmış bir yapı daha var. Tam olarak ne için kullanıldığını bilemiyoruz. Belkide gemi yapımında kullanılan bir bina idi ve bu yüzden buranın adı Tersane koyudur.
Eğer etrafı gezmek için tekne kiralamak istemezseniz benim gibi bir kano ile keşif turlarına çıkabilirsiniz. Boynunuza fotograf makinesini asıp kaya mezarların fotograflarını çekebilir, kalıntılara mümkün olduğu kadar yaklaşabilir ve onları istediğiniz kadar izleyebilirsiniz.

DÖNÜŞ
Dönüş yolculuğunda biraz farklı bir yol izleyerek Kaş'a gitmeye karar verdik. Aklımızdaki şey Antalya otogarına dönmeden önce birkaç saatte Kaş'ı gezmek ve arkadaşım Ece ile buluşmaktı. Bunun için Kaş Kekova arasında tur yapan gezi teknelerinden birine bindik. Ancak yolculuğumuz düşündüğümüzden daha uzun ve sallantılı geçti. Kaş'a ulaştığımızda Antalya otobüsüne binebilmek için yalnız 45 dakikamız vardı. Dolayısıyla kısa bir turla yetinmek zorunda kaldık ve Antalya otogara doğru yola çıktık.
4 günlük muhteşem bir geziydi. İnsanın kendini dinlemesi ve yenilenmesi için muhteşem bir yer. Gitmek için iklim açısından en uygun zamanlar haziran başı ve eylül sonu. Böylece hem hava çok sıcak olmuyor hemde kalabalıktan uzak tatil yapabiliyorsunuz.