30 Aralık 2009 Çarşamba

Geri dönüşümde son nokta...



Geri dönüşüm projelerini sevenlere işte yeni bir proje. Akmina'nın açık yeşil ince uzun boyunlu plastik soda sişelerini çok seviyorum. Bence güdük cam şişelerden çok daha estetik bir görünümü var ve en önemlisi su yeşili plastik, sodanın rengini daha iyi algılamamı sağlıyor. Hergün en az iki şişe içiyorum. Bu soda şişeleriyle yapılabilecek birşeyler olabilir mi diye merak ettim. İnternette biraz araştırma yaptım. Bir tasarımcı pet şişelerin alt kısımlarını belirli bir kalınlıkta kesince çiçek şeklinde parçalar çıkarmış. Çok hoşuma gitti. Bende denemeye karar verdim. Ama şişelerin altı kadar boyun kısmı da işe yarayabilirdi. Bir lamba tasarladım ve soda şişesi biritirmeye başladım. Öyle hepsi değil ama. Özellikle Akmina'nın limonlu ve çilekli olan soda şişeleri. Sade olanların şişeleri diğerlerinden biraz daha ince olduğundan plastiğin renkleri farklı oluyor. Öyle 3-5 tane değil daha fazla olması lazım. Benim projem için en az 50 tane.


Şimdi gelelim yapım aşamalarına;
Akmina sodanın plastik şişelerini biriktiriyoruz. En az 50 adet olunca kapaklarını çıkarıp boyunlarını 10-12 cm. yüksekliğinde kesiyoruz. Kapaklarını kesinlikle atmıyoruz. Onları da biriktiriyoruz.

Daha sonra şişelerin genişleyen kısımlarından birer delik açık ince tellerle bağlıyoruz. Tel ne kadar ince olursa görüntü o kadar estetik olur. Tabii telin sağlam olması lazımki havaya kaldırdığınızda parçalar dökülmesin. Her parçayı genişleyen kısımları dışarıya gelecek şekilde birbirine bağlayınca kocaman bir daire elde ediyoruz. İlk daireyi oluşturunca üst kata çıkıyoruz. Aynı şekilde birleştirerek devam ediyoruz. Bu sefer alt ve üst katmanıda birbirine ince tellerle bağlayarak sağlamlaştırıyoruz. Bu işlem lambamız yarım küre olana kadar devam ediyor.



Gelelim kapaklara:
Kapakların içlerine yılbaşı çamlarında kullanılan küçükbaşlı lambalardan yerleştirebilmek için küçük delikler açıyoruz. Ben bu işlem için lehim tabancamın ucunu kullandım. Kapak delme işini de bitirince küre lambanın tersini çevirip iç kısımdan kapakları istediğimiz miktarda ve istediğimiz sıraya göre şişelere kapatıyoruz. Ben rastgele sıraladım. Daha sonra lambaları kapakların içlerine yerleştiriyoruz.İsteyenler silikonla lambaları sabitleyebilirler.
Ve bitti.

Lambamızı fişe takınca işlem tamamlanmış oluyor. Şimdi sırada kürenin diğer yarısı var. Onu da tamamlayınca ayaklı bir lamba yapacağım. Hatta isteyenler içine daha güçlü küçük ampuller yerleştirip armatür şeklinde duvara da asabilir. Daha neler yapılabilir neler.

Şişelerin altından çıkan çiçekleri ayrıca biriktiriyorum. Onlarla ilgili de güzel planlarım var.İlerde:))

28 Aralık 2009 Pazartesi

Geri dönüşüm lamba...


Bu lamba tam anlamıyla bir geri dönüşüm projesidir. Lambanın alt gövde kısmını oluşturan kırmızı parça aslında master döneminden kalma bir maket parçası idi. Projemiz eski idare lambalarının modern versiyonunu yaratmaktı. Bende maket olarak bölümün bodrum katındaki marangozhanede bulduğum bir ahşap parçasını tornada şekillendirdim. Üzerine projeme uygun olacak şekilde cam bir fanus bulup oturttum.


Lamba maketim, hocaların yıkıcı eleştrilerinden mi yoksa maketimin ve tasarımımın ihtişamından mıdır(!) bilinmez juri sonuna kadar dayanamadı. Cam fanus orta yerinden çatladı. Juriden sonra o kadar uğraştığım canım lambamın kalan parçasını atmak gelmedi içimden. Ben de belirli yükseklikte bir kaç yerinden deldim. Kalın teller sapladım ve küpe askısı olarak kullandım. Uzun süre sonra küpelerime başka bir askı bulunca bu ince belli kırmızı lamba altı asıl amacı için hazırlanmaya başladı.


Lambanın tam ortasından elektrik kablosunun geçebileceği genişlikte bir delik açtırdım. Kabloyu içinden geçirip altında kablonun gömülebileceği ve kalınlık yapmayacak kadar bir kanal oluşturdum. Duyu üst kısma güzelce silikonladım. Sıra başlık kısmını yapmaya geldi. Hazır satılan tel başlık üzerine İkea'dan yıllar önce alıp sakladığım renkli plastik boncukları kullandım. Kalın naylon kopmaz ipliğe geçirdiğim boncukları tellerin etrafına sardım. En sonunda yine aynı boncuklardan saçaklar yaptım. Gövde üzerinde bulunan delikleri kapatmak için disco topu şeklindeki anahtarlığın aynalı cam parçalarını kullandım. Sonuç böyle oldu. Ben çok severek kullanıyorum. Beğendiniz mi?

26 Aralık 2009 Cumartesi

Jacksully & Neytiri yani Avatar...


Aygen'le sinemalardan konuşuyoruz:
-Avatar'a gittin mi?
-Avatar mı! Yok canım. (Daha neler. Hafifden gülüyorum) Gençlik filmi o.14-15 yaş grubu gençlere hitap ediyor herhalde.
Aklıma televizyonda gördüğüm kel kafalı, alnının ortasında eşşek kadar bir ok işareti bulunan koca gözlü çocuğun olduğu çizgi film geliyor. Avatar "Last air bender" Son hava bükücü... Ne komik. Çizgi filmleri çok seven biri olarak bu Avatar'a kanım hiç ısınmadı zaten. Bu filme de gitmem herhalde diyorum.

Birkaç gün sonra Leyla ile konuşurken "-Sena abla Avatar'a gidelim" diyor. "Yönetmeni 14 yılda çekmiş bu filmi. Ayrıca "-Seyredilsin yada seyredilmesin hiç önemli değil. Ben şimdiye kadar yapmak istediğim herşeyi bu filmde yaptım. Şimdiye kadar kazandığım her kuruşu bu filme yatırdım" demiş.
Hımm şimdi ilgimi çekmeye başladı işte...

Biraz internet araştırması yapıyorum. Filmin afişinde sevimsiz mavi yaratıklar var. Ama 3 boyutluymuş. Ayrıca dünya tarihinin hem en yüksek bütçeli hemde en iyi filmi olarak gösteriliyormuş. Eh adam o kadar uğraşmış. Bizde bi seyredelim bakalım diyorum.

Dün akşam Leyla ve Serhat "-Biz Avatar'a gideceğiz, sende gel" dediler. Kabul ettim. İlk kez 3 boyutlu film izleyeceğim. Yıllar önce Armada'da bir kez 5 boyutlu film izlemiştim. Bizi büyük koltuklara oturtup kemerlerimiz bağlayınca film başlayınca koltuklar uçacak herhalde diye düşünmüştüm. Ama hiç beklediğim gibi olmadı. 20'şer dakikalık bir çizgi film bir de belgesel nitelikli su altı dünyası filmini verip "Aha size 5 boyutlu film" diye kandırdılar. Arada bir iki kere koltuklar sallandı. Bir iki defada yüzümüze su püskürttüler o kadar. İki su damlası ve sarsılan koltuk için normal sinemanın iki katı para verip çıkmıştık. O günden beri iki boyutun üzerine çıkmak kısmet olmadı hiç. Dün akşama kadar...

Gözlüklerimizi takıp başladık izlemeye. Film üç saat sürdü. Tüm salon ağzımız bir karış açık izledik. Film gerçekten çok iyiydi. En son Yüzüklerin Efendisi serisinde bu kadar heyecanlanmıştım. Muhteşem bir dünya, bir ırk, bir dil yaratmış James Cameron. Açgözlü insan ırkının dünyadaki doğal yaşamı bitirdikten sonra enerji sağlamak için işgal ettiği Pandora gezegeninin yerlileri Navi'ler ile girdiği savaş anlatılıyor. Kahramanımız Jake Sully "Avatar" adlı programla genetik mühendislerinin geliştirdiği yari insan yarı navi yaratıkla eşleşerek navi toplumunun içine sızıyor. Liderlerinin kızına aşık olup, onların yaşam şeklini daha iyi anlamaya başlayınca saf değiştiriyor. Dijital efektler 3 boyuta taşınınca seyirciler ister istemez filmin içine çekiliyor. Sonuç; muhteşem bir film...

Kesinlikle tekrar tekrar izlenebilecek bir film. Benim gibi çocuk filmi diye düşünmeyin ve en kısa sürede tekrar gidin. Ben yeğenlerimi de alıp ikinci kez izlemeyi düşünüyorum. Hatta belki 3 de olur:))

25 Aralık 2009 Cuma

Troya'dan yükselen Anadolu Ateşi


Dün akşam Anadolu Ateşi grubunun "Troya" Dans Gösterisini izledim. Gösteriyi anlatabilecek tek kelime var. Muhteşem! Büyülendim diyebilirim. Rüyada gibiydim. Anadolu Gösteri Merkezinin berbat salon düzeni bile bu mükemmelliği bozamadı. Mustafa Erdoğan'ı tekrar tekrar tebrik etmek isterim. Bu kadar geniş bir kadroda böyle disiplin sağlamak hiç kolay değildir sanırım. Dekorlar, kostümler ve kaleografi çok etkileyiciydi. Dansçıların başlarındaki taçlardan, ayakkabılarına kadar herşey çok özenle seçilmişti. Yalnız vücut dilinin gücü kullanarak bir savaş, bir çığlık, bir ülkenin kaderi ancak bu kadar güzel anlatılır. Yurtdışında "Dansın Sultanları" tarafından temsil edildiğimizi düşününce inanın koltuklarım kabardı. Bu gösteriyi izlemek için seramik dersimi ektiğim için başta biraz pişman olmuştum. Ama değdi. Şimdi tek pişmanlığım daha orta sıralardan izlememek oldu. Keşke bir 20 lira daha verip orta sıradan bilet alsaymışım.

Şimdi biraz Troya web sitesinden aldığım rakamları paylaşmak istiyorum.
.....
2000 adet kostum tasarlandı ve dikildi.
12000 m. kumaş kullanıldı.
450 çeşit kumaş kullanıldı.
3150 dansçıların saçlarında kullandıkları toka sayısı
7200 prova saati
2500 ton kostumlerin ağırlığı
850 adet başlık
300 adet ayakkabı özel tasarlandı
200 adet dans ayakkabısı
2500 m. keçe kumaşı Özbekistan^da özel olarak dokutuldu
2000 m. şifon elde özel boyandı.
.....

Liste daha uzuyor ama ben aralarından bazıları seçtim.



Resimler www.troyadans.com adresinden...

22 Aralık 2009 Salı

Yeni seramikler...

Pazar günü kursdan getirdiğim boyanmamış seramiklerimi boyama fırsatım oldu. Bunlardan biri seramiğe başladığım ilk iki haftada Pergamon'da yaptığım şekerlikti. Daha önce kursta boyama girişim bir felaketle sonuçlanmıştı. Ama başladığım işi bitirmek adına o iğrenç kırmızı-mor renkli boyayı zımparalayıp parlak metalık bir kreme boyadım. Altta kalan rengin ara ara görünmesi de çok hoş bir etki bıraktı. Son olarak şekerliğimin üzerine bir sokak çizdim. Pastanesi, kafesi, garaj ve butik vitrinleriyle küçük sevimli kasabayı resmetmeye çalıştım.



İkinci tamamlanan işim balık tealightdı. O da fırında zarar görenler arasındaydı. Maalesef gözleri ve dudakları patlamıştı ve yan tarafında muhtemelen patlayan parçaların çarpması sonucunda koca bir kırık vardı. Evde bulduğum 10 yıllık fimo benzeri hamurla kırılan yerleri onardım. Sonra fırında pişirdim. Önce kurbağa prensime arkadaş olması için yeşile boyadım. Tam bir felaket oldu. Üzerini kırmızı ile kapattım. Ama bu seferde (sebebini anlamadım) boya pul pul döküldü. Bende kalın bir zımpara ile zımparalarım. Böylece zeminde kırmızı, yeşil ve kırmızı kilin doğal kiremit renginden oluşan ebruli desen çıktı ortaya. Sonra fazla koyu olduğunu düşünüp onunda üzerini parlak metalik sedef rengiyle kapladım.


Ve sonuncusu rüzgar değirmeni. Bu iş diğerlerine göre biraz daha usta işi galiba:) Atölye Beyaz'a geçtikten sonra yaptığım ilk çalışma. Boyamakta yapmak kadar zevkliydi. Önce koyu kahve ile duvar aralarını boyadım. Sonra sünger yardımıyla taş duvar dokusu oluşturmak için açık kahveyi uyguladım. Her taşın alt kısmına gölge dokusu yaptım. Son olarak kapı ve pencereleri mor ve lila karışımına boyadım. Çok içime sindi. Şimdi yalnız verniği kaldı. Onu da attım mı tamamlanacak.


Bir haftada 5 etkinlik:)

Geçtiğimiz hafta etkinlik trafiğim oldukça yoğundu. Salı günü kardeşimle birlikte Küçük Tiyatro'da Devlet Tiyatroları'nın "Don Giovanni ve Uşağı Pulcinella" adlı oyununu izledik. Özellikle oyunun ilk yarısı oldukça hareketliydi. Uşak Pulcinella (Kapalıçarşı dizisinin Mustafa'sı) oyunu kapıp götüren kişiydi. Şarkılı, sözlü ve oldukça eğlenceli bir komediydi. Seyredilmeye değer bir oyun olduğunu söyleyebilirim.


Çarşamba günü Vedat Kaptan Yurdakul hocamla Botaş Türk Sanat Müziği Topluluğu çalışmamız vardı. Perşembe günü ise, Atölye Beyaz'da kızlarla seramik eşliğinde sohbet muhabbet. Küçük anahtarlığımı bitirdim. Artık bir haftada bir iş bitirmeye başladım. Gittikçe hızlanıyorum galiba. O kadar zevkli bir uğraş ki anlatamam. Şimdi eve bir torba şamot ve bir ebeşuar takımı alıp gidemediğim zamanlarda evde de birşeyler mi yapsam diye düşünüyorum. Ama kızlarla beraber gülüşüp konuşarak yapmanın tadını vermez herhalde.

Cuma önce diş randevuma gittim. Yanağımda kocaman bir şişlik ve korkuyla nasıl gitmeye başladığımı daha öncede sizinle paylaşmıştım. Şimdi bir diş çekimi ve 5 dolguyla bu korkuyu geride bıraktım. Hatta bir cesaretle ön dişlerimi de yaptırıyorum. Bu hafta cuma son eklemeler yapılacak ve finitooo:)) İnci gibi dişlerle gezeceğim artık.

Tekrar cumaya gönelim:) For Dent'den sonra Pinocuğum, bebeleri, annesi ve Tuğba ile "Evet Sevdik..." müzikli gösterisine gittik. Düş hekimi Yalçın Ergir'in sunumu ve Leyla Çolakoğlu'nun müzikleriyle 60'lı 70'lı yıllardan günümüze değişen yaşamı anlattılar. Çocukluğumuzda, şimdi sahip olmadığımız pekçok şeye rağmen ne kadar mutlu olduğumuz, şimdiki çocukların ellerinin altındaki teknolojiye rağmen ne kadar yalnız oldukları konu edildi. Aralarda eski şarkıları söyledik. Biraz amatör ama oldukça samimi ve sevimli bir gösteri idi. Özellikle gösteri sonunda ilkokuldan hepimizin bildiği "Kırlara Doğru" şarkısını tüm salon ayakta tam 3 kere söyledik. Pinocuğuma beni davet ettiği için tekrar teşekkür ediyorum.


Ve cumartesi iki aydır heyecanla beklediğim eğitime katıldım. Tüm kitaplarını okuduğum, üniversite yıllarından beri kişisel gelişim seminerlerini hayranlıkla takip ettiğim Ahmet Şerif İzgören'le iş hayatında başarının nasıl elde edilebileceği ile ilgili muhteşem bir eğitimdi. Hem yeni insanlarla tanıştım, hem de Şerif hocayla çok keyifli bir gün geçirdik. Aslında Şerif Hocayı ve kitaplarını ayrı bir başlıkta anlatmak lazım biliyorum. Ama yinede burada biraz baksetmek istedim.


Oldukça hareketli bir hafta idi. Bu haftada farklı olmayacak galiba. Bu aralar evi otel gibi kullanmaya başladımı farkettim. Olsun hayat böyle güzel:))

17 Aralık 2009 Perşembe

Piyale Madra...


Piyale Madra'nın çizimlerine ve ince esprilerine her zaman hayran olmuşumdur. Bir ara gazeteyi sırf onun karikatürleri için almaya başlamıştım. En çok sevdiklerimi de kesip saklamışım. Birini şimdi gönderiyorum. Diğerlerini de ara sıra sizinle paylaşacağım.))

16 Aralık 2009 Çarşamba

İlk Kez... En Çok... : Hırsız vaaaar!


İtiraf ediyorum. Ben bir hırsızım! Yıllar sonra ilk defa açıklıyorum. Zaman aşımından beraat ederim diye ümit ediyorum.
Yıl 1994... Bilkent'te ikinci yılım. Keanu Reeves'in "Speed" filmi yeni gösteriliyor. O zaman Ankara sinemaları, Maltepe, Batı, Kızılırmak, Kavaklıdere, Metropol, Megapol'den ibaret. Başka yok... Hepsinin şimdiki gibi 9-10 filan değil, birer-ikişer salonu var. 3 salonu olan sinemaya -Vay be adamlar aşmış! diyoruz. Gerisini siz düşünün. İşte onlardan birinde Speed'i izledim. Bayıldım. Yakışıklı ve karizmatik olduğu kadar cesur olduğu anlaşılan polis memuru Jack kendini bir otobüsün altına atıyor, bir metronun tepesinde geziyor. O filmi seyreden 18-25 yaş arası tüm genç kızlarda ağızları bir karış açık, Sandra Bullock'un yerinde olduklarını hayal ederek ahh çekiyorlar. Tamam taman bende varım aralarında:))

Bir akşam kütüphanede günlük yayınları incelerken dergilerden birinin sayfalarında karşıma Jack çıkıverdi..Kocaman bir fotograf. Filmden bir sahne... Hani şu spor otomobilin kapısını kırıp cengaverce otobüse atladıktan sonra, sevecen zenci şoför vurulmadan önceki sahne... Bu resmi kesinlikle duvarım asmalıyım. Ama nasıl? İnternet bu kadar yaygın değil, fakültenin içindeki bilgisayar odasında boş bilgisayar bulabilirsem şanşlıyım, film CD ve DVD'leri daha çıkmamış. Başka yol yok. Çalacağım resmi:)

Etrafı kolacan ettim. Hiç görevli görünmüyor. Saat 9.30'a geliyor. Öğrencilerde seyrelmiş. Üniversitenin kesin kuralları var, kitap ve dergilere zarar vermek kesinlikle yasak. Çok korkuyorum ama resmi de istiyorum. Dergiyi alıp kütüphanenin en ıssız köşelerinde bir masaya oturdum. Sayfanın tamamını alırsam daha az dikkat çeker diye düşündüm. Başladım yavaş yavaş yırtmaya. Arada bir yerden ses gelince dergiyi kapatıp aslan görmüş ceylan gibi kulak kesiliyorum. Kimsenin gelmediğinden emin olunca işime devam ediyorum. Sonunda sayfanın tamamını yırtınca çabucak dörde katlayıp kitabımın arasına sıkıştırdım. Alelacele eşyalarımı toplayıp kütüphaneden çıktım. Hızlı adımlarla yurduma doğru yürürken arada arkama bakıyordum. Sanki -İşte hırsız orda, yakalayııın! diye biri bağıracak. Nefes nefese odama ulaştım. İşin komik tarafı o resmi odamın duvarıma asmak için almış olsamda korkudan ve vicdan azabından aylarca kitabın arasından çıkaramadım. Ancak birkaç ay sonra cesaret edebildim. Jack bir süre odamızın duvarında arz-ı endam etti. Ve bu resim ilk ve son hırsızlığımın resmi belgesi olarak kutumda duruyor.

15 Aralık 2009 Salı

İlk Kez... En Çok... : İkincilik Ödülü

OOOO ne kadar uzun zaman olmuş bloguma yazmayalı. En son kurbağa prens'de kalmışım. Onun üzerine bir "Alaçatı evi"(yenisi), bir "Mantar ev", bir "Deniz Feneri" ve bir "Kuş evi" yaptım. Arada 5 gün domuz gribi molası vermek zorunda kaldım. Allahtan 5 günün 2 günü bayram tatiline denk geldi ve Konya'ya gittik. Ama şimdi zımba gibi buradayım. Şimdi aklımda yeni planlar var. Şehrimi oluşturacak binalara devam edeceğim. Ancak evlerime küçük bir ara verip anahtarlık yapmaya karar verdim. Hepsinin fotograflarının cuma günü bloguma ekleyeceğim.

Şimdiiii gelelim bugünkü konumuza... Benim çer çöp, ıvır zıvır toplama ve biriktirme konusundaki merakımdan daha önce bahsetmiştim. Bu konuda çok başarılı olduğumu söyleyebilirim. Geçen gün eski bir kağıt parçasını ararken "İKEÇ" kutumu açtım. Kutu ağzına kadar eski hatıralarla doluydu. Neler yoktu ki içinde... Anaokulundan başlayarak hayatımda önemli olan atmaya, satmaya kıyamadığım İLK KEZ ve EN ÇOK dedirten eşyaları tek tek incelemeye başladım. Anaokulunda öğretmenlerimin hakkımda yazdığı rapordan, ilk kazandığım ödüle, arkadaşlarımın gönderdiği doğum günü kartlarından ilk konserimin davetiyesine kadar tepeleme doluydu kutu.

Bazılarını burada paylaşmak istedim. İşte benim için İLK ve EN'lerin bir kısmı:


Bu ödülü ilkokul 4. sınıfta iken bizi götürdükleri bir çocuk tiyatrosunda kazanmıştım. Aslında kazandırıldım demek daha doğru olur. Sahnedeki tiyatrocu abinin "Kim yarışmamıza katılmak ister?" sorusuna kalkan cesur parmaklardan biri de benimkiydi. Ama sahneye çıkıp bütün salonun bana baktığını görünce ışığa yakalanmış tavşan gibi taş kesilmiştim. Kollarımı iyi yana kenetleyip hazır ol'a geçtim. Abi soruyu sordu. Ben cevap vermek şöyle dursun nefes alamıyordum. Baktıki benden ses seda çıkmıyor, yavaşça kulağıma eğilip cevabı söyledi. Bende robot gibi tekrarladım. Nasıl ikinci olduğumu sormayın bende hatırlamıyorum. Ama kazandığım 50 lira hala kutumun bir köşesinde duruyor. Paralar artık antika oldular ama hatırası kaldı. Bu paralar ve zarfı hem İLK kazandığım ödülü hemde İLK sahne deneyimimi hatırlatır bana:))

10 Kasım 2009 Salı

Kurbağa Prens...


İşteee karşınızda güleç yüzlü kurbağa prensim:) Daha önce ilk yaptığım şekerliği boyama çalışmam tam bir fiyasko olmuştu. Sanki seramiğin tüm güzelliği gitmişti. Bir daha kesinlikle boyama yapmamaya karar vermiştim. Kurbağamı da korka korka boyadım. Ama şimdi iyi ki boyamışım diyorum. Kocaman dudakları da parıl parıl boyanınca oldukça güleç yüzlü sevimli bir kurbağa oldu.
Şöyle kocaman bir öpücük kondursam yanağına, yakışıklı bir prense dönüşür mü acaba:))


9 Kasım 2009 Pazartesi

Şehir Sevdalısı...



Şehir temasını çok sevdim. Her yerde denedim. Seramikten şehirler çizdim. Önlüğümün üzerine kumaşla şehir yaptım. Birde eski kot pantolonlardan diktiğim çantanın üzerine bir deneme yaptım. Bence çanta üzerinde de oldukça sevimli oldu yada ben yaptığım için öyle geliyor bilmiyorum:)Hayatımda ilk çanta ve dikiş denememi sevgili arkadaşım Aygen için yapmıştım. Bu ikinci oldu.

Yine eski şirketimden kalan döşemelik kumaş ve deri parçalarının kullandım. Çatılar, pencere ve kapılar deriden oldu.Pastanelerin şeker kutularına bağladıkları kurdeleler ve canlı çiçeklere sarılan tül parçaları da çok işime yaradı. Bence yeşil, pembe ve morla güzel bir kombin oldu. Bakalım başka nerelere uygulayabilirim şehrimi:)

Küçük şehrim...

Dün uzun zamandan sonra ilk defa pazar günü kendime ve evime vakit ayırdım. Dağılan dolaplarımı yerleştirdim. Kışlık çıkarma, yazlık kaldırma işlerini tamamladım. Mutfak dolaplarında azalan, biten kuru bakliyat ve baharatları ayarladım. Yarım kalan işlerimi toparladım, listeledim, şimdi onları sırayla tamamlayacağım. Evimin dekorasyonunda yapmayı düşündüğüm değişikleri planladım. Dolap ve çekmece yerleştirme gibi sıkıcı addedilen düzenleme işlerinin insan zihnini rahatlattığını okumuştum bir dergide. Bence çok doğru bir tespit. Ben ne zaman (annemin tabiriyle) dolap baca indirsem yani dolapları yerleştirsem mutlu olurum.

Bu arada fırınlanan seramiklerimden sağlam olanları vernikledim ve yerlerine koydum. Sonunda şehirli çanağım salonda yemek masasının üzerinde yerini aldı. Evleri, bahçelerinde ağaçları, ağaçlarında elmaları, arabalarıyla salonda arz-ı endam etmeye başladı. Bolca fotografını çektim. Girip çıkıp bakıyorum şimdi.




Tealight olarak kırmızı kilden yaptığım balığımın patlayan dudaklarını ve gözlerini evdeki fimo ile tamir ettim. Kurbağamın kopan bacaklarını yapıştırdım. Bugün akşam son kez fırınlayıp rengarenk boyayacağım. Böylece evimde bir senelik seramik faliyetlerimden birkaç örnek oldu. Artık kardeşimin "EE o kadar zamandır kursa gidiyorsun. Hani yaptıkların nerde?" gibi sorularına cevaben gösterebileğim birşeyler var. Onları da yarın ekleyeceğim

3 Kasım 2009 Salı

Gezdim, Gördüm, Yazdım 6: Mudurnu-Abant

İki hafta önceden aradı Aygen.
-Bak 29 Ekim'de biz Bolu'ya gidiyoruz.Sen de gel. Şimdiden arıyorum.İşini ayarla tamam mı?
-Tamam. Anlaştık.
Hiç zorlama nazlanma filan yok bende. Hemen atladım teklife. Sonbaharda Bolu Abant o kadar güzel olur ki. Yeşilin sarının ve kahverenginin onlarca tonu danseder sanki. Planlarımı yaptım. Arabayla mı gitsem, otobüsle mi? Otobüse karar verdim. Hemde yolda biraz kitap okuyabilirim böylece. Cuma sabahı 8.30'da bindim otobüse. Hava serin ve yağmurlu. Kış kendini iyiden iyiye hissettirmeye başladı artık. Bolu-Ankara arası otobüsle 2 saat 15 dakika. Oradan ilçe otobüsleriyle Mudurnu. Yağmura rağmen yollar o kadar güzel ve renkli ki.


Ankara'nın monoton gri havasından sonra mis gibi çam kokusu çok iyi geldi. Dar yolda, sağlı sollu yüksek ağaçları, yeşilden sarıya ve kızıla dönüşen doğayı seyrederken uzun süredir gitmediğim yerleri yeniden keşfetmenin mutluluğu vardı içimde. Böyle zamanlarda yalnız olmayı daha çok seviyorum yada ara sıra yalnız kalmayı... Özgürlük duygusunu hissediyorum o zaman. Kimseye hesap vermeden, istediğim zaman istediğim yere gidebilmenin mutluluğunu duyuyorum. Siyah günler yollardaki yapraklar gibi renk değiştiriyor. Siyahdan mora dönüşüyor yavaş yavaş. Ne kadar şanşlı olduğumu düşünüyorum. Otobüsün radyosundan gelen cılız sese, Şebnem Ferah'a eşlik ediyorum. Baştan başlıyorum yaşamaya...
Sil baştan başlamak gerek bazen
Hayatı sıfırlamak
Sil baştan sevmek gerek bazen
Herşeyi unutmak.
Son durak Mudurnu. İşte sonunda geldim. Ufak sevimli bir ilçe burası. Eskiden halkın çoğu Mudurnu Tavukçuluk'da çalışırmış. Ama orası iflas edince yöreyi kalkındırmak için turizme önem vermeye başlamışlar. Bazı eski evler ve konaklar restore edilmiş.Otel yada restoran olmuş. Birkaçında çalışmalar devam ediyor. Ortalık sessiz ve huzurlu. Aygen beni buradan alacak. Gelmesine daha bir saat var. Bende fotograf makinemle dolaşmaya başlıyorum eski sokakları.






Tam cuma öğle vaktine denk geldiğimden sokaklar boş, dükkanlar kapalı. Hava soğuk olduğu için oynayan çocuk çoluk da yok. Yalnız sokak köpekleri ve ben varız. Açık bir fırından aldığım simidi korkak bir köpekcikle paylaşınca, yalnız bırakmıyor beni. Ben önde o 3 adım arkamda demirciler çarşısını geziyoruz beraber. Sonra ahşap saat kulesini daha yakından görmek için yokuşu tırmanıyoruz. Tam fotograf için güzel bir nokta bulup makineyi ayarlarken, elinde ekmek poşetiyle muhtemelen evine giden bir amca "O saat gulesi eskiden daştı. Soonadan üzerine ahşap gapladılaaa." diyor. Benden herhangi bir yorum beklemeden, sert bir bakış attıktan sonra aynı hızla yokuşu çıkmaya devam ediyor. Gülümseyip arkasından cılız bir sesle iyi günler diliyorum ama duymuyor bile.





Bir saat sonra Aygen gelince Taşkesti'ye doğru yola çıkıyoruz. Sağa sola kıvrılan yollardan, sararmış ağaçların arasından, kurumuş dereden geçip Taşkesti köyüne yukarıdan bakan küçük ama sevimli dağ evine ulaşıyoruz. Hava biraz ısınmış sanki. Bulutların ve sisli dağların arasından güneş kendini gösteriyor. Aygen'in annesi Şenay teyze hemen sobayı yakıyor. Bizde Aygen'le balkonda güzel bir sofra hazırlıyoruz. Uzaklardan geçen koyunların çan sesleri, köpek havlamaları ve hafif rüzgar sesi birbinine karışıyor. Islanmış mis gibi çam kokusunu içime çekiyorum. Balkonda üşümeye başlayınca içeriye, çıtır çıtır yana sobanın başına toplanıp sohbete başlıyoruz. Tabii nefis manzara eşliğinde.




Ertesi gün kahvaltıdan sonra biraz Abant havası almak için yola çıkıyoruz. Ama önce Mudurnu pazarına uğrayıp biraz alışveriş yapıyoruz. Köy peyniri, erişte, patatesli ve cevizli ekmek...Herşey o kadar güzel görünüyor ki. Ama biz iştahımızı Büyük Abant Oteli'nin göl kıyısındaki restoranına saklıyoruz. Abant haftasonu ve tatil olmasına rağmen sakin. Fazla kalabalık yok. Faytonlar ardarda sıralanmış, müşteri bekliyorlar. Küçük bir tur yapıp, sarı çiçeklerden yapılan taçlarla bol bol fotograf çekiyoruz.





Çıkan rüzgar daha fazla dolaşmamıza izin vermiyor. Arabamıza binip soluğu evimizde sıcak sobanın yanında alıyoruz.Işıkları söndürüp, birkaç mum yakıyoruz. Radyodan yükselen hafif müzik eşliğinde çıtır çıtır yanan sobada pazardan aldığımız kestaneleri pişirirken keyfimize diyecek yok. Eski anılar, arkadaşlar, hayal kırıklıkları, mutluluklar, umutlar, gelecekle ilgili hayaller bir bir ortaya dökülüyor. Kimi zaman gülüyor kimi zaman hüzünleniyoruz. Ama yine de çok mutluyuz. Ertesi gün sabah ben Ankara'ya, Aygen İstanbul'a doğru yola çıkıyor. En kısa sürede tekrar buluşmak üzere ayrılıyoruz. Kendimi şimdi yenilenmiş, zorlu günler için enerji depolamış hissediyorum.
Sıfırladım hayatımı, şimdi herşeye yeniden başlıyorum. Tıpkı şarkıdaki gibi:))

29 Ekim 2009 Perşembe

Diş(ci) korkusunun ecele faydası hakkında bir yazı...


Dün sabah uyandığımda yanağımda küçük bir şişlik hissettim. Uzun süre önce dolgusu düşen ve kenarları kırılan dişimi dilimle kontrol ettim. Evet maalesef dişim son anlarını yaşıyordu. Görevini yapmayı bırakalı çok zaman olmuştu. Hatta yemek yerken sırf diğer tarafı kullanmaya alışmıştım artık. Ama bu en kötüsüydü. Sonunda yumurta kapıya dayanmıştı. Dişçiye gitmekten kaçamayacaktım. Tabii sonuna kadar kaçmaya çalışacaktım o ayrı. Öğlene kadar bekledim. Hani belki şişlik inleye karar verir diye. Ama yanağımdaki küçük top küçüleceğine büyümeye başladı. Yine imdadıma Pinocuğum yetişti. Daha doğrusu eşi Bülo. Onun arkadaşının diş kliniğinden akşama randevu aldık. Hadi bakalım Sena!

Hayatım boyunca diş kliniklerinden nefret ettim. İlk diş hekimim amcamdı. Benim korkumu bildiğinden, dikkatle acıtmadan yapmaya çalışırdı dişlerimi ama ben yine de nefret ederdim oraya gitmekten. En çok sıkıldığım yer bekleme odasıydı. İdamını bekleyen mahkumlar gibi bekleşirdik odada. Muayenehanenin en çok sevdiğim kısmı çıkış kapısıydı. O tepesinde tek gözü, her tarafında kolları, kolları üzerinde bir sürü ince uclu iğneler olan canavar koltuktan salıverildiğim anda, kafesinden kurtulmuş kuş gibi soluğu çıkış kapısında alırdım. Hiç düzenli muayene olmadığımdan hep olmadık yerlerde diş ağrım tutardı. Ya tatilde ya bayramda diş doktoru arardık. Hiç unutmam bir keresinde bir aylık yaz tatilimin iki haftasını dişçide geçirmek zorunda kalmıştım. Hemde İzmir'de Ürkmez köyünü tek diş hekiminin canavar koltuğunda. Ablam, kardeşim denizde zevkden çığlık atarken, ben o koltukta acıdan bağırıyordum.

Bu seferde kaçış yoktu artık. Aklım dişimde daha doğrusu diş kliniğinde olacaklarda olduğundan akşama kadar kırk tane hata yaptım işyerinde. 7.00'deki randevuma 5.45'de gitmişim. Vakit geçirmek için biraz alışveriş yaptım. Galleria'da biraz dolaştım. Biraz sakinleşmek için bir ayakkabı satın aldım. Sonunda 6.45 de kliniğine gittim. Bekleme kısmında elime ilk geçen dergiyi incelemeye başladım. Normal zamanlarda incelemekten zevk alacağım moda dergilerimden biriydi. Ama şuanda dünyanın en güzel dergisi olsa farketmezdi. Kulağım sekreterde, derginin sayfalarını hızlı hızlı çeviriyordum. Vee sonunda diş hekiminin muayenehanesinde şimdi gözüme daha az canavar görünen koltuğa oturdum. Tahmin ettiğim gibi durum vahimdi. Çekmekten başka çare yoktu. Sonrası malum. İki iğne, uyuşan damak ve yanak, çatırdayarak çekilen dişim, boşalan yeri dolduran kocaman pamuk. Aslında çekim düşündüğümden daha kolay ve acısız oldu. Ben gitmeyeli diş hekimliğinde de teknoloji ilerlemiş yani. Şimdi yanağımda günden de büyük bir şişle oturuyorum. Ağzımı açmakta biraz zorlanıyorum. Çekilenin yerine yenisini yaptırmak için iki ay beklemem gerekiyormuş. Pazartesi günü çürük olan başka bir dişimin dolgusu yapılacak. Bu sefer sonuna kadar devam etmeye kararlıyım. Ağzımdaki tüm problemli dişleri yaptıracağım. Hadi bana kolay gelsin o zaman:))

26 Ekim 2009 Pazartesi

Sakınan göze çöp batar...


Eski atasözleri ne kadar doğru değil mi? Size daha önce yaptığım seramiklerin içinde bir Alaçatı evini göstermiştim. Yapımı dört hafta sürmüştü. Çok özenmiş, pencerelerinin pervazlarını, kapı çıtalarını bile yapıştım. Bittiği zaman mavi- beyaz boyalı, ahşap pergolalı bir lamba olacaktı. Hatta pencere önlerine saksılar bile yapacaktım. Geçen hafta çarşamba fırınlandı. Hani şu benim için siyah gün var ya iste o gün. Demekki kötü birşeyler olacağını hissetmişim. İşte o gün o kadar özendiğim evimin bir duvarı içinde hava kabarcığı kaldığından fırında patlamış. Daha son halini görmedim. Yarın derste göreceğim. Kurtarabileceğim bir şey var mı bilmiyorum. Sevgili hocamız Tuğce, evimi ne kadar sevdiğimi bildiğimden alıştıra alıştıra söyledi sağolsun ama itiraf edeyim biraz üzüldüm. Şimdiye kadar yaptığım seramik çalışmaları içinde en çok bu eve uğraşmıştım. Sakınan göze çöp batar atasözü doğru çıktı yani:(
Neyse bende bu hafta yeniden daha özenli, daha büyük bir Alaçatı evini inşa etmeye başlayacağım. Olana çare yok değil mi?