26 Mayıs 2010 Çarşamba

Kız odasına seramik saat...


Yeğenlerimin odasına seramik saat yapmak vardı uzun zamandır aklımda. Sonuda bitti. Fırınlandı... Odalarının renklerine uygun boyandı... Verniklendi...  Şimdi Ulus'a gidip uygun bir saat göbeği alacağım. Ve hediyem kızlara verilmeye hazır olacak.

Bereket getirsin diye...


Bu filleri evime bereket getirmesi için yaptım. 

Biri anne diğer yavru. Gözleri mavi cam boncuk. Televizyonun önünde duruyorlar şimdi. Ben çok sevdim onları. Ben televizyon seyrederken onlarda beni seyrediyorlar:)

Tasarım bana ait değil. İnternette gördüğüm bir seramik sanartçısının eserinden uyarlama. 
  

Peçete Kasabası...





Uzun süredir seramiklerime ara vermiştim. Fırınlanıp boyanan yeni  çalışmalarımı ekliyorum.

Ekde resmin gördüğünüz bir peçetelik. Kardeşimin siparişi üzerine yaptım. O yalnız peçetelik istedi. Evlerin olduğu tasarım bana ait. Renkleri onun mutfağının renklerine uygun olarak kırmızı, turuncu ve yeşil. 3 tarafta evler var. Bir kenarına bir dere üzerinde köprü koydum.  Köprünün iplerini yünden yapıp yapıştırdım.
Tam köşeye gelen kısma iki küçük uğur böceği yerleştirdim ki nazar değmesin:)




25 Mayıs 2010 Salı

Ve sonuda LOST bitti...

       
 Eveet sonunda bitti.  Dramatik bir sona razıydım. Felsefik yada hayatın anlamını sorgulayan bir sonda olabilirdi. Ada mı yoksa diğer paralel evrendeki hayatları mı daha iyi sorgulanabilirdi. Her sorunun açıklığa kavuşmasını beklemiyordum ama önceki bölümlere daha uygun aksiyon beklerdim. Bu kadar saçma biteceğini düşünmemiştim doğrusu.  Herkes birer sevgi kelebeğine dönüştü. Hepsi çiftler halinde birbirlerine sarılıp öpüşüp kilisede toplaştılar. Yalnız son bölümü izleyen birine asla önceden olanları anlatamazsınız. Sanki Lost'un değil de bir pembe dizinin finali gibiydi. Bence 6 sezonda olaylar o kadar çok karıştı ki senaristlerde kendilerini dizinin içinde bir yerlerde kaybettiler.

Sonuçta hala anlamadığım şeyler var;  Anlayan varsa anlatsın lütfen;

O meşhur, herkese uğursuzluk getiren sayılara ne oldu?
Olanların hepsi bir rüyadan mı ibaretti?
Jack'ın oğlu gerçekten yok muydu?
Michael ve Mr. Eco'nun da kilisede diğerlerine katılması gerekmez miydi?
Jacob'ın üvey annesi o adaya nasıl gelmiş ve ışığı nereden biliyordu?
Jacob adayları küçüklüklerinden beri nasıl izliyor?
Jacob adadan çıkabilirsa Black smoke neden çıkamıyor?
Ayrıca neden Black Smoke'un bir adı yok?
Son olarak:
Herşey gelip bir tıpaya mı bağlandıysa niye onu başta çıkarmadılar?

        

21 Mayıs 2010 Cuma

İnsanoğlu...

İnsanoğlu
Bazen sorgular yaşamı
Dününü
Bugününü
Yarınını
Yüreği
Belki
Bir mutluluğa kavuşmanın peşindedir
Belki de
Bir acıdan kaçmanın yorgunluğunda
Telaşlıdır insanoğlu…
Yoğun olduğunda
Yetişememekten
Boş kaldığında
Yetinememekten yakınır
Huzurlu olabilmek için kaygılı
Dinlenebilmek için yorgundur
Çok için yeteni
Yarın için bugünü
Harcar durur
Daha iyi bir yaşam sürmek içindir kavgası
Daha iyisi nedir belki bilmez ama
Onun içindir
Yaşamdan
Gelişi…
Geçişi…
Kötü olduğunda zalimliğinin
İyi olduğunda güzelliğinin
Yoktur bir benzeri
Bazen…
İnsanoğlu sorgulamalıdır yaşamını
Dün,
Vazgeçtikleri sabrettiklerinden
Tükettikleri ürettiklerinden
Bildikleri öğrendiklerinden
Konuştukları dinlediklerinden
Telaşı dinginliğinden
Yanlışı doğrusundan
Erteledikleri tamamladıklarından
Yaşı olgunluğundan
Fazla ise insanın
Bugün,
Aldığı nefesi anlamlı kılabilen
Kendi kadar başkasını da düşünebilen
Vazgeçmek yerine sabredebilen
Tüketmek yerine üretebilen
Bilmek yerine öğrenebilen
Konuşmak yerine dinleyebilen
Ertelemek yerine tamamlayabilen
Hatasızlığı aramak yerine ders alabilen
Yaşlanmak yerine olgunlaşabilen
İnsan olma zamanıdır.
Yarın mı?
İnsan var olduğu sürece vardır yarını
Biz yarın için bugün nasıl olacaksak
Yarın da bizler için öyle var olacaktır…


Selin Alemdar
Gelenek Yöneticisi - Eğitmen

20 Mayıs 2010 Perşembe

Gezdim Gördüm Yazdım 7: Girit




Nihayet bilgisayarımın başına oturabildim. Geleli 1 hafta oldu ama ancak kendimi toplayabildim. Ofiste yığılan işler, tatil sonrası sendromu, bir  konser, seramik gecemiz  derken yazmak için yeni fırsat bulabildim.

Anlatacak çok şey var. Neler yaptım neler. Yeni insanlarla tanıştım, yüzdüm, güneşlendim, kitap okudum, bolca yemek yedim, alışveriş yaptım, dağlara tırmandım, mağaralara indim, göbek attım:)

Şimdi başlayalım anlatmaya...

7 Mayıs sabah teyzemle Atatürk Havalimanında buluştuk. Bizi davet eden firmanın yetkilileri ile birlikte uçak saatimizi beklemeye başladık. Yunanistan'daki kriz ve yaşanan gerginliklerin havaalanlarına yansımasından, uçakların geç havalanıp inişlerinde sıkıntı çıkmasından korkuyorduk ama hiç bir aksilik olmadı. Uçağımız zamanında havalandı. 70 dakika sonra Atina'daydık. Girit-Heraklion uçağımız için 2 saate yakın süremiz vardı. Havaalanında bulunan her turist gibi bizde bu süreyi duty free'lerde değerlendirmeye karar verdik. Teyzemle parfümlere bakıp fiyatları hakkında yorum yaparken yanımızdan biri türkçe olarak cevap verdi. Tanışıp sohbet etmeye başladık. Ömer aslen Filistinliymiş ve üniversiteyi Odtü'de okumuş. 5-6 yıl kadar Türkiye'de yaşamış. Sonra uluslararası bir firmanın Yunanistan ayağında çalışmaya başlamış. Orada bulunduğu süre içinde Türkiye'yi hiç unutmamış. Bize birer fincan kahve ısmarladı ve Türkiye'den, politikadan, fenerbahçeden, Ankara'dan bahsettik. O kadar özlemiş ki türkçe konuşmayı sordukça sordu. Bizde anlattıkça anlattık. Bir Filistinli ve iki Türk Atina Havaalanında yarım saate bir dünya sığdırdık.

Odamızdan deniz manzarası

Girit-Heraklion uçuşumuz yarım saat sürdü. Burası Girit'in başkenti ve en büyük şehri. Havaalanından şehire 20 dakika mesafede Hersonissos' da bulunan otelimize yerleştik. Yaz ve deniz mevzimi Girit'e çoktan gelmişti. Yol yorgunluğunu atmak için kendimi Akdeniz'in soğuk ama dinlendirici sularına bıraktım. Su Ege'nin serin denizine alışkın olanlar için bile oldukça soğuktu ama çok çok iyi geldi.


Akşam yemeğinden sonra taksilerle Hersonissos'a gittik. Burası bizim tatil yörelerimizdeki küçük şehir merkezlerinden farksızdı. Bolca cafe bar, restoran (Yunanlıların değimiyle Taverna), hediyelik eşya dükkanları ve marketler... Girit'in en önemli simgesi zeytinleri, zeytinyağı ve zeytin ağaçlarından yapılan eşyaları. Her köşe başında, her dükkanda bolca zeytinyağı ve zeytinyağı sabunlarına rastlıyorsunuz. Bir de Heraklion yakınlarında bulunan Minos Uygarlığının Knossos Sarayına ait kalıntılardan türetilen seramik ve silikon hediyelik eşyaları var. Hepsi bu kadar.



Deniz ve güneşi o kadar özlemişiz ki ertesi günde öğleden sonraya kadar sahilde oyalandık.


Akşamüstü bizi davet eden Plastika Kritis firmasının 40. yılı dolayısıyla düzenlediği toplantıya katıldık. Önce üretim tesislerini ve fabrikayı gezdik. Konuşmalardan sonra bizi oldukça kalabalık bir grupla birlikte (yaklaşık 400 kişi) yemeğe götürdüler. Yunan'lılar öğle arasında siesta yaptıklarından öğle yemeğini saat 3'de akşam yemeğini de 10'da yiyorlarmış. Bizim yemekte 10.30'da ancak başlayabildi. Aralarda bolca danslar, sirtaki ve halaylar çekildi. Yunanlılar eğlenmeyi çok seviyorlar, çok rahat ve neşeli  insanlar. Özellikle bizim ev sahiplerimiz çok sıcakkanlı ve güleryüzlülerdi.




Ertesi gün kahvaltıdan sonra otobüslerle güneyde bulunan Lassithi Platosunun kenarında, mitolojiye göre Zeus'un mezarı bulunan mağarayı görmeye gittik. Oldukça dik yamaçlardan, zeytin ağaçları arasından, bazen iki arabanın yan yana geçemeyeceği dar yollardan geçtik. Dağı aşar aşmaz karşımıza kocaman yemyeşil tarım alanlarıyla kaplı bir plato çıktı. Zeus'un mağarasına ulaşmadan önce dağın zirvesine yakın ve platoya nazır küçük bir kafede birer portakal suyu içtik. Yeniden tırmanmaya başladık ama bu sefer tabanvayla. Kondüsyonu yüksek, düzenli spor yapanların bile zorlandığı 30 dakikalık tırmanışımızı kan, ter içinde soluk soluğa tamamladık. Yukarıdan dağın tepesinden manzara muhteşemdi.





Mağaranın içine girince gözlerim yuvalarından fırladı. Çünkü mağaranın zeminine doğru dik ve dar merdivenlerden aşağıya inmek gerekiyordu. Benim gibi yükseklik korkusu olan insanlar için yalnız tek kenarında korkuluğu olan bu ıslak ve karanlık  merdivenler kabus gibiydi. Ama artık buraya kadar çıktıysam devamını getirmeliydim. Yavaş yavaş inmeye başladım. İndikçe mağaranın içindeki sıcaklık düşmeye, nem miktarı artmaya başladı. Ara sıra da olsa kafamı merdivenlerden ayırıp etrafa bakabiliyordum. Mağara duvarlarında ilginç sarkıt ve dikitler oluşmuştu. Mitolojiye göre Zeus'un mezarı bu garip kaya parçalarının birinin arkasındaymış. Hangisi olduğu belli olmadığından belirli bir iz yada ibare yok. Aşağıya kadar inebildiğimde biraz hayal kırıklığına uğradığımı itiraf etmem lazım. Mersin'de cennet cehennem mağaralarından biraz daha derin, ama görünüş itibariyle pek fazla farklılık yoktu.





Zorla indiğimiz 200 basamağı geri çıktık ve 30 dakikada tırmandığımız dik yokuşlu yolu tekrar indik. Son iniş, karşıma çıkan yılan yüzünden biraz daha hızlı oldu. Gerçi yılanı görür görmez çığlığı bastığımdan hayvan son sürat uzaklaştı. O mu yoksa ben mi daha çok korktum tartışılır:) Nihayet otobüsün yanına vardığımda, sevincimden eğilip toprağı öpesim geldi ama arkadaşlar Yunan toprağı olduğunu hatırlatınca vazgeçtim:)

Plastika Kritis yetkilileri böyle bir tırmanıştan sonra güzel bir yemek yenir diye düşünmüş olacaklar ki bizi akşam ki tüm ekiple birlikte yakınlarda bulunan bir dağ restoranına davet ettiler. Öğle yemeğinde Girit müziği ve Girit yemekleri vardı. Onlar için öğle yemeği akşam yemeği kadar önemli olduğunda önce çeşit çeşit mezeler geldi. Lor ve tulum karışımı az tuzlu ve az yağlı peynirleri sofradakiler tarafından pek beğenilmese de ben bayıldım. Özellikle ikram ettikleri keten tohumlu ekmekle beraber muhteşem gitti. Onunla birlikte sarma ve  Girit'e has el yapımı erişte geldi. Damak tadımızın bu kadar birbirine yakın olması aslında kültürlerimizin ne kadar birbirine benzediğinin göstergesi.



Bu arada 5 kişilik Girit Halk Dansları ekibi bize çok güzel gösteriler hazırlamışlar. Önce geleneksel kıyafetleri sonra mavi beyaz denizci kostümleriyle dans eden bu güler yüzlü gençleri herkes ilgiyle izledi.


Ekip gösterileri bittikten sonra masaları gezip isteyenleri halaya kaldırdı. Bizde hiç itiraz etmeden kalktık. Halay gittikçe büyüdü. Sahneye sığmayınca masalar arasında devam ettik. Tam anlamıyla uluslararası bir paylaşımdı. Türk, Yunanlı, Romen, Polonyalı, Rus, Bulgar hepimiz yanyana, Girit ezgileriyle halay çektik. Çok eğlenceliydi.


Sonra çok ilginç birşey oldu: Şirketin genel müdürü Michael eline mikrofonu aldı:
"-Şimdi Türkiye'den gelen dostlarımız için Türk ezgileri çalıyoruz ve onları da sahneye davet ediyoruz" dedi. Biz kırk yıllık dansçılar gibi başladık döktürmeye. Türkiye'yi temsil ediyoruz ya, içimizdeki Mezdeke ortaya çıktı. Ben hayatımda kardeşimin düğününde bile bu kadar göbek attığımı hatırlamıyorum. Biz kıvırdıkça izleyenler çoştu. Tüm masalar etrafımızı sardı. Herkes hararetle el çırparak yada ıslık çalarak katıldı. Finali hep beraber Türk göbek havalarıyla yaptık, süper oldu.

Ertesi gün sabah bacaklarım uzun süre yürümeyi reddetti. Dağa tırmanış, mağaraya iniş, çıkış sonra tekrar dağdan iniş ve arkasından oyun havaları, ağır bedenimi zor taşıyan ayaklarıma fazla geldi. Kahvaltıdan sonra öğlene kadar biraz daha deniz keyfi yaptık ve havaalanına doğru yola çıktık. Heraklion-Atina, 2 saat Atina Havaalanında bekleyiş, Atina- İstanbul. Gece saat 22.00 sularında İstanbul'daydık.


Tatilimiz kısa ama dolu dolu geçti. Biraz daha vaktim olsaydı Heraklion yakınlarındaki Knossos saraylarını gezmeyi çok isterdim. Hatta bir araba kiralayıp Girit'in batısında bulunan ve Türklerin Girit'e ilk yerleştikleri  Hania kentine giderdim. Bir daha ki sefere inşallah...


4 Mayıs 2010 Salı

YGS (Yunanistan'a Giriş Sınavı)

Son iki haftadır YGS ( Nam-ı Diğer Yunanistan'a giriş sınavı)  ile uğraşmaktaydım. Çalıştığımız ve  ürünlerini sattığımız firmalardan biri bizi teyzemle birlikte Yunanistan'ın Girit adasına 3,5 günlük bir geziye götürecekti. Bu gezi için önce pasaportumu uzatmam gerekiyordu. Ben sallana sallana sabah saat dokuzda Ankara Emniyet Müdürlüğü'ne gittim. Önümde yalnızca 270 kişi olduğunu görünce gözlerim faltaşı gibi açıldı.  Orada tesadüfen öğrendim ki yeni çıkan bir kararla Avrupa ülkeleri 10 yıldan eski pasaportlara vize vermiyorlarmış. Yeni pasaport çıkartma kuyruğu çok daha uzun. Ertesi gün sabah erken gelirim sıraya kalmam dedim. Ancak ertesi gün sabah saat 07.50'de orada olmama rağmen yine önümde 110 kişilik bir sıra vardı. Önce sıra alma sırası, sonra parmak izi alma sırası, sonra belgeleri verme sırası derken, işim 11'e  doğru ancak bitti.

Ertesi gün pasaport almak içinde 1 km.'lik sıra bekledikten ve bize bu izdırabı yaşatanlara beslediğim güzel duyguları içimden sıraladıktan sonra nihayet pasaportumu aldım ve vize işlemlerine başladım. Anladım ki vize için gerekenleri temin etmek pasaport için gerekenlerden daha çetrefilli. Özellikle bir biometrik fotograf var ki evlere şenlik. Öncelikle bu fotografın belirli bir formatı var. 3,5 cm'e 4,5 cm ebatlarında olacak. Alından çeneye 32-36 mm. olacak. Suratında makyaj, hafif bir ruj bile olmayacak. Küpe, kolye, gözlük yasak. Gülmeyeceksin, sırıtmayacaksın. Alnın, kulakların kabak gibi ortada olacak. Haliyle photoshop filanda yasak. At hırsızı gibi iğrenç bi fotograf... İşin ilginç tarafı her fotografçı bilmiyor. Bilenlere fotograf çektirirken mutlaka Yunansitan için istediğinizi söylemeniz gerek. Her ülkenin talepleri farklı.  Doğru fotografı yakalamak için ben iki, teyzem tam dört defa çektirdi.

Ayrıcaaaa bir yığın şirket belgesi getireceksin. Banka cüzdanlarında 3 aylık hareket dökümü olacak. Kredi kart ekstrelerin bankadan onaylı olacak ve limit bilgileri mutlaka görünecek.  Kalacağın otelin bilgileri,  elektronik uçak biletin olacak. (Rezervasyon kabul edilmiyor) Seyahat sağlık sigortası yaptıracaksın. Dilekçeler yazacaksın. Davetiyen olacak.......

Liste oldukça uzun. Bir hafta boyunca hiç gitmediğim kadar bankaya gittim. Kuyruklarda bekledim, aldım verdim, biriktirdim, dosyaladım, ödedimmmmm

Nihayettt Salı günü sabah saat 10'da teyzemle birlikte Y.G.S.miz için Yunanistan Büyükelçiliği'ne geldik. İçeri girmek kolay oldu. Ancak vize görevlisi beyefendi teyzemin kredi kartı extresindeki limitini göremediğinden ve e-biletlerimizin bilet numaralarını yeterli bulmadığından geri çevirdi. Hemen eksiklerimiz 2 saat içinde tamamlayıp tekrar müracat ettik. Nihayet elimizde teslimat fişimizi sallayarak kupa kazanmış olimpiyat sporcuları edasıyla çıktık. 3 gün sonra vizelerimizi aldık. Bu kadar uğraşıp bir dünya evrak topladıktan sonra ancak 3 haftalık, 10 gün süre kalmalı ve tek giriş hakkı olan bir vize verdiler.

Yunanistan Giriş Sınavı'mızı başarıyla vermiş bulunuyoruz galiba.  Şimdi seyahatimiz için gün saymaya başladık. Yolculuk 7 Mayıs'daaaaaa....

Resim buradan