28 Eylül 2009 Pazartesi

Evler ve şehirler...

Bugünlerde kendimi çok iyi hissediyorum. Hiçbirşey beni kızdıramıyor. Trafikte önüme atlayan araç sürücülerine karşı daha anlayışlıyım. Tamam yine kızıyorum ama eskiye göre daha az. Arabada bağıra çağıra şarkı söylüyorum. İş yerinde gelen telefonlardaki münassebetsiz sorulara daha ılımlı cevaplar veriyorum. Bence bu mutluluğumun sebebi seramik. Çamurla uğraşmak beni çok rahatlatıyor. Yazın tatil sebebiyle ara verdiğimiz kursumuza bir ay önce Atölye Beyaz'da yeniden başladık. Haftada bir, salı akşamları toplanıyoruz. Ama acaba haftada iki güne mi çıkarsak diyoruz. Çünkü çok eğlenceli bir uğraş. Hocamız biricik Tuğçemiz, Pino, Bengi, Özge ve yeni katılan arkadaşımız Tuğba'yla hem güzel vakit geçiriyor hemde çamura şekil veriyoruz. Geçen hafta farkettik ki herkesin yaptığı çalışmalarda karakteristik bir özellik var. Pino hep çocukları, Bülo ve kendinden oluşan aile şeklinde hayvancıklar yapıyor. Bengi kendi çizdiği karakterleri 3 boyutlu hale dönüştürüyor. Özge organik formlar ve geometrik şekiller çalışıyor. Benim yaptığım çoğu şeyde ev, bina, mimari ile ilgili birşeyler var. Belki mesleğimi çok sevdiğimden ancak yapamadığımdan, çok seviyorum seramikten evler yapmayı. Yaptığım bazı "ev"li çalışmaları göstermek istiyorum:)

Bu bir çanak, henüz pişmeyenlerden. Dolayısıyla daha yakın plan resmi yok. Ama çok severek yaptım. Evlerin arasındaki ağaçlarda çiçek niyetine cam boncuklar kullandım. Pişeceği günü iple çekiyorum. Evde yeri hazır. Salonda yemek masasının üzerinde salınacak bittiğinde:))

Bu vazoyu da çok severek yaptım. Kırmızı kille yapılan oldukça zor bir çalışma idi. Bu pişti şimdi verniklenmeyi bekliyor.

Bu sevimli vazo üzerine çift kişilik koltuk, televizyon, lamba ve sehpadan oluşan küçük bir salon takımı çizdim. Bu da pişen ve verniklenmeyi bekleyenlerden:)

İşte bu yeni dönem eserlerimizden biri. Alaçatı ve Bodrum'da görüp etkilendiğim rüzgar değirmenlerinden birini yapmak istedim. Çatıyı kapak olarak kullanıp içine büyük mumlardan koymayı planlıyorum. Değirmenin pervanesinin çıtaları, Starbuck'ın karıştırma çubuklarıdır.

Vee son eserim. Şimdilik yamuk yumuk göründüğünün farkındayım. Bu ev tamamlandığında mavi panjurlu ve ahşap pergolalı bir Alaçatı evi olacak. Hem balkona hem yan duvarlara mavi saksılar içinde çiçekler yapacağım. Hatta pencerelere cam ve perde eklemeyi düşünüyorum. Bu da lamba olacak:))

25 Eylül 2009 Cuma

Telden wos wos olur mu?


Bir süredir 10marifet.com sitesini takip ediyorum. Bazen bende yaptıklarım hakkında kısa yazılar yazıp yolluyorum. Oradaki yazarlardan biri bir kitap tutucu yapmış. Bende gençliğimde yani gerçekten ürün tasarımı eğitimi alırken bir book holder yapmıştım. Konumuz tel ve ahşap idi. Bu iki malzemeyi kullanmak zorunda idik. Bende o zaman bu kitap tutucuyu tasarlamıştım. Hala benim için çok değerlidir ve kitaplığımın baş köşesinde durur.
Bakalım beğenecek misiniz?


Hayatımda ilk kez çanta diktim...


Tamam çok temiz bir çalışma olmadı kabul ediyorum. İkincisinde daha iyi olacak biliyorum. Ama unutmayın bu hayatımda diktiğim ilk çanta. Dikişle aram hiç iyi değildir. Hiç anlamam. Geçen sene eskiyen perdelerimin yerine perde dikmeye heveslendim. İnternetten şu ufacık dikiş makinelerinden satın aldım. Biraz diktim istediğim gibi olmadı. Şimdide eskiyen ama atmaya yada vermeye kıyamadığım kot pantolonlarımdan birşeyler dikmeye heveslendim. İlk denemeyi arkadaşım Aygen için yaptım.


Üzerindeki kumaş parçalarının hikayesi ise şöyle:
Daha önce çalıştığım mobilya firmasında, kumaş firmaları bize numune olarak kumaş kartelaları gönderiyorlardı. Çoğu zaman bu kumaşlar çuvallarla atılıyordu. Ben oradan ayrılmadan önce yalnızca birkaç tane atılmak üzere ayrılmış kumaş kartelasını kendim için alıkoymuştum. Keşke daha çok ayırsaymışım. Şimdi elimde bir koca çanta küçüklü büyüklü kumaş parçam var. Bu çantanın üzerindeki kumaşlar kadife türünden. Ben şekilleri bir şablon oluşturup kestikten sonra kumaşı kumaşa yapıştıran bir yapıştırıcı kullandım. Yıkandıktan sonra ne olacaklar bilmiyorum. Sapların birleşim yerlerindeki dikiş leri kapatmak için kalın deri parçalar kullandım. Onları düğme gibi tam ortalara diktim.
Aygen'e çantayı gönderdim. Çok beğendi. Hatta bunlardan seri üretime geçip bir sürü yapmayı yazında Bodrum'da satmayı teklif etti. Tutar mı acaba:))
Çok heyecanlıyım. Çantamın ikincisi de yolda:)))

Babamla keyifli bir gezi...

15 yıldır her bayram olduğu gibi bu bayram da Konya'ya ailemin yanına gittim. Bizim pek çok aile gibi bayramda Antalya'ya yada Bodrum'a gitmek gibi adetlerimiz yoktur maalesef. Çünkü babam için bu mübarek günler aile ve dost ziyaretleri için bulunmaz fırsatlardır. Biz her ne kadar annem, ablam ve kardeşimle "Her sene evde oturuyoruz. Bu senede biz bir yerlere gitsek" desekte sonuç hiç değişmez. 3-4 gün boyunca evimiz eş, dost, akraba, babamın sevenleri, öğrencileri, üniversiteden arkadaşları ile dolar taşar. Ben bir yolunu bulup kaytarsam da özellikle ablam ve annem tatlı, çay, kolonya, şeker dörtlüsü arasında dönüp dururlar.

Bu yıl ramazan bayramının arife günü anneme mutfakta yardım ederken babam kabristan ziyaretlerini beraber yapmamız konusunda israr etti. İstemeye istemeye kabul ettim. Yavaş yavaş hazırlandım. "Ne işim var benim oruç oruç arife günü kabristanlarda" diye düşündüm. Sonradan bu kadar eğleneceğimi bilseydim daha hızlı hareket ederdim.

Babamla belki yıllardır böyle bir gezi yapmamıştık. Konya'nın ana caddeleri yerine eski mahallelerden ara sokaklardan yürümeye başladık. Doğma büyüme Konya'lı olmama rağmen pek çok sokağa daha yeni giriyordum sanki. 2-3 katlı eski evler,yerin altına gömülmüş gibi duran bodrum katları, açık pencerelerden gelen yemek kokuları, pencerelerden balkonlardan çıkmış soba boruları, dar sokaklarda oynayan çocuklarla bu mahalleler 15-20 yıl geriye götürdü beni. Arasıra apartman altlarında bakkal, terzi, televizyon tamircisi ve kahvehanelere rastlıyorduk. Özellikle bir kahvehanenin önünde bulunan çadır çok dikkatimizi çekti. Çadır kahvenin tüm camlarını kaplıyor ve içerisi görünmüyordu. Aynı zamanda dışarıda oturma alanı bırakacak kadar genişti. Dışarıda taburelerde oturanların ayakları dizlerine kadar görünüyordu. Bu komik çadırın sebebini babam açıkladı. Kahvede oruçlu olmayanların içtiklerin sigaranın kokusu oruç tutanlara gitmesin, bardak bardak çayı görüp imrenmesinler diye yapılırmış bu çadırlar eskiden. Şimdilerde eski mahalle aralarında kalmış yalnızca. Biz biraz fazla bakıp gülüşmeye başlayınca kahvenin yanındaki evin kapı girişinde oturan amca kötü kötü bakmaya başladı. Biraz uzaklaşınca acele bir fotograf çekip hızlı hızlı yolumuza devam ettik.



Çarşıda eski taş ve ahşap evleri, büyükbabamın ilk dükkanını, Konya'nın eski ailelerine ait konakları görünce ben soruyor babam anlatıyor anlatıyordu. Eskiden Buğday Pazarı olarak kullanılan şimdilerde yanyana küçük dükkanların olduğu önü içinden kalabalık, cezveden lazımlığa herşeyin satıldığı pazarı gezdik. Buğday pazarının yalnız iki kapısı ve bir buğday dükkanı sağlamdı. Geri kalan herşey yıkılmış yerine bir park yapılmıştı. Büyükbabamın ikinci dükkanının üzerinde kocaman bir söğüt ağacı duruyordu.




Mevlana Cadddesine doğru yollar gittikçe kalabalıklaşmaya başladı. Bayram arifesinde evlerinin eksiklerini giderme, misafir şekerlerini, kolonyalarını alma, çocuklarının bayramlıklarını tamamlama telaşındaki insanlar sokakları pazarları doldurmuştu. O telaşlı kalabalık içinde insanları yararak Kadınlar Pazarına ulaştık. Burası önceleri kadınların bahçelerinden topladıklarını getirip sattıkları bir han olduğundan bu adı almış. Şimdi hem kadın hem erkekler tarafından sebze meyve satılan bir pazar gibi kullanılıyor.



Babamın hemen hemen her sokakta her köşe başında bir hatırası vardı. Gezimiz süresince babam çocukluk arkadaşlarını, oynadıkları gezdikleri yerleri, okul çıkışı oyunlarını anlattı. Sık sık babamın arkadaşlarıyla, öğrencileriyle karşılaştık. Tanıdıkların dükkanlarına girdik. Onlardan biri de Piri Mehmet Paşa Medresesi'nin ayakta kalabilen kısmında bulunan attardı. Buranın önünden defalarca geçmiş olmama rağmen büyük bahçenin arkasında bir dükkan olduğunu yeni öğrendim. Bahçenin içi tamamen eski testiler, düvenler, kilimler ve ahşap dolaplarla antika dükkanını andırıyordu. Eski medresenin derslik olarak kullanılan L şeklindeki kısmının içi çeşit çeşit kurutulmuş bitki ve baharat doluydu. Ayrıca antika eşya meraklısı olan dükkan sahibi boş kalan her köşeyi eski eşyalarla doldurmuştu. En çok göze çarpanlar da gaz lambalarıydı. Onlarca çeşit renk renk desen desen lambalar, yalnızca tavandan kemerler arasına açılan pencereden aydınlatılan mekanda oldukça otantik bir görüntü sergiliyordu.




Sokaklardan caddelere çıkınca insan trafiğine araç trafiği de eklendi. Konya'nın düz bir zemin üzerine oturmuş olmasından dolayı bisiklet ve motosiklet türü araçlar daha çok kullanılır. Bir de buraya has "PırPır" adı verilen kamyonetin küçüğü, motosikletin büyüğü, üç tekerlekli, arkasında insan hayvan dahil her türlü yükü taşıyabilecek 1 metrekarelik açık kısım bulunan araçlar vardır. İnce saçtan yapılıp çoğunlukla maviye boyanan pırpırın şoför kısımları genellikle tek kişilik olur. Gerçi geçmiş yıllarda arka kısım dahil, çoluk çocuk 10 kişilik bir ailenin pırpırla yolculuk ettiğini gördüğümden aracın kapasitesi konusunda yorum yapmak istemiyorum:)Dar ara sokaklara rahatlıkla girebilen, küçük eşyaları taşıyıp her yere parkedilen bu şirin arabanın tek kötü özelliği motorunun 100 m. uzaktan rahatlıkla duyulabilen kulak tırmalayıcı sesidir. Bir tanesini dururken yakalayıp resmini çektim. Tam resim çekerken sahibi ile göz göze geldik. "Arabanın resmini çekebilir miyim" diye sorunca sahibi ayak ayak üstüne atıp poz verdi.


Sonraki durağımız Mevlana Müzesi ve karşısındaki kabristandı. Ailemizden vefat eden büyüklerimizi ve 4 yıl önce çöken Zümrüt apartmanında kaybettiğimiz amcam, yengem, kuzenim ve ailesini ziyaret ettik. O günleri tekrar yaşamak ve gencecik hayat dolu insanların şimdi toprak altında olduğunu düşünmek biraz hüzünlendirdi bizi. Kabristan çıkışında Kurtuluş Savaşına Konya'dan katılan ve şehit olan askerler anısına yapılan şehitliği ve Kurtuluş Savaşının canlandırıldığı müzeyi gezdik. Müze dışında asılan panolarda tek tek Konyalı askerlerin adları savaşa katıldıkları askeri şube, sehit düştükleri yer ve köyleri yazılıydı. Bazı panolarda aynı aileden onlarca şehit olması çok dikkat çekiciydi.




Dönüşte biraz daha farklı yollardan, bedesten içinden yine gürültülü ve telaşlı kalabalığın içinden yürüyerek ve yine tanıdıklara uğrayarak evimize döndük.
Sıkılacağımı düşünerek zorla çıktığım yürüyüş kısa bir Konya turuna dönüştü. Konya'lı olmama rağmen buraya ne kadar yabancı olduğumu anladım. Ben bu yüzden daha çok Ankara'lı hissediyorum kendimi galiba ne dersiniz:))

10 Eylül 2009 Perşembe

Gezdim Gördüm Yazdım 5: Alaçatı

Yazmayalı uzun zaman geçmiş. Çok mu yoğunum yada çok mu yorgun? Hayır. Aslında geldiğimden beri deli gibi kitap okuyorum. Okumadığım zamanın hıncını alırmış gibi okuyorum. Şimdi yeni yeni, yeniden blogumla uğraşmaya başladım. Şimdi Alaçatı seyahatimi anlatmaya başlıyorum ...

Alaçatı Çeşme'ye 10 km uzaklıkta çok sevimli bir ilçe. En önemli özellikleri bozulmamış tarihi dokusu, evleri ve rüzgar sörfü yapılan plajı. Hatta rüzgar sörfü için Avrupa'nın en uygun rüzgarına sahip. Bu sebeble özellikle yaz aylarında oldukça yoğun talep var. Otellerin gecelik fiyatları biraz yüksek, restoranlar biraz pahalı. Ama gerçekten çok özel bir yer. İnternette özellikle Alaçatı otelleri ile ilgili bolca site var. Her otel kendi tanıtımızı çok güzel yapıyor. Maille ulaşmak isterseniz oldukça hızlı cevap veriyorlar. Oteller eski taş evlerin restorasyonuyla oluşturulduğundan oda sayıları az ama her odanın kendine has özellikleri var. Eğer havuzlu bir otel isterseniz merkezin biraz dışında ve yeni yapılanları tercih etmeniz gerek. Merkezde ara sokaklarda bulunan butik otellerde yer darlığı sebebiyle havuz yok. Bizim kaldığımız otel otobüs terminaline yakın ve merkeze 10 dakikalık yürüyüş mesafesinde olan Kite oteldi. "Kite" Rüzgar sörfü için kullanılan bir terimmiş. Arka bahçesinde bulunan, sabah kahvaltı, akşam yemek için kullanılan üstü kapalı kısım ve tüllerle süslenmiş geniş balkon ortadaki yüzme havuzuna açılıyordu. Sakin atmosferi ve özenli dekorasyonuyla çok sevimli bir mekandı. Akşamları tüm çiğ ışıklar sönüyor, yalnızca odaların kapı önlerinde bulunan mumlar yanıyordu.





Odaların herbiri farklı renklerde döşenmişdi. Çiçekli pastel renkli patchwork yatak örtüleri, beyaz tül sineklikler, kenar komodinlerindeki renkli mumlar, eski antika telefonlar ve banyoda bulunan zeytinyağlı kekikli sabunlar küçük ama çok özenli, iyi düşünülmüş, odalara anlam katan detaylardı. Odalarda televizyon olmaması kafa dinlemek için ideal bir ortam oluşturuyordu. Odamıza yerleştikden sonra Alaçatı akşamını yaşamak ve yemek yemek için dışarı çıktık. 10 dakikalık kısa bir yürüyüşle Alaçatı'nın en meşhur ve en kalabalık caddesinde yürümeye başladık. Burası karşılıklı küçük kafelerin, restoranların giyim mağazalarının bulunduğu dar sokakların açıldığı sevimli bir caddeydi. Ama maalesef son zamanlarda İstanbul sosyetesinin aşırı ilgisinden burası da nasibini almış. Mağazalarda satılan elbiseler kıyafetler oldukça pahalıydı. Pazarlık yoktu. Tezgahtarlar ve mağaza sahipleri çok suratsızdı. İçeri girince "niye beni rahatsız ediyorsun" der beş karış suratla karşılıyorlardı. Bir kaç mağaza haricinde durum böyleydi.



Alaçatı'da restoran ve kafe alternatifleri oldukça fazla. İster şık bir restoranda romantik bir akşam yemeği, ister atıştırmalık birer kumru, ister kebab yada hafif birer tatlı hepsi için farklı alternatif mekanlar var. Ancak ne yerseniz yiğin, yemekten sonra mutlaka İmren Kafe'de üstü dondurmalı ve sakızlı muhallebi eşliğinde Türk Kahvesi için. Sakız Alaçatı'nın simgelerinden biri. Kahveyle bu kadar güzel olabileceğini o kahveyi içmeden önce anlayamamıştım. Türk kahvesi yanında bir bardak su ve suyun içinde bir kaşık sakız ile birlikte geliyor. Kahveyi içerken sakızdan küçük parçalar almak o kadar güzel bir tad bırakıyorki ağızda anlatamam.


Kahveyi içtikten sonra yoğunlaşan kalabalıkta caddeyi bir aşağı bir yukarı turlamaya başladık.Özellikle yazın temmuz ve ağustos aylarında kafeler, barlar ve restoranlar hınca hınç insanlarla dolu oluyor. Gündüz 2 km. uzaklıktaki sörf plajında sörf yapıp güneşlenenler akşam soluğu Alaçatı'nın merkezinde alıyor. Yemek sonrası ılık İzmir havasında biraz gezinti çok iyi geldi. Kalabalık caddeden sıkılınca sokak aralarına girip biraz sessizliğin keyfini çıkarttık.



Ertesi sabah biraz fotograf çekmek için arkadaşımdan ayrılarak yalnız gezmeye başladım. Ben Alaçatı'yı en çok sabahın erken saatlerinde sevdim. Yeni uyanan ılık rüzgarlı sabah havası geceden daha güzel geldi. Sakin sokaklarda mavi beyaz ve taşın doğal renklerinin birleştiği evleri inceledim. Gece kalabalıktan yürünemeyen caddede kedilerle beraber fırından yeni çıkan kurabiye kokusunu içime çeke çeke dolaştım. Biraz ara sokaklara daldım. Ara sokaklarda henüz restore edilmemiş eski evler de vardı. Çocukluğundan beri burada oturan ama son zamanlarda gelen kalabalık turistlerden rahatsız olan beyaz saçlı toparlak yüzlü bir dişi eksik güleç nineyle sohbet ettim. Bana eski Rumlardan kalan ve ailesinin oturduğu evlerini gösterdi. Evlerin bazılarının kapılarında yapıldıkları tarihler yazılmıştı.






Alaçatı'nın merkezinde de ara sokaklarda da pek çok butik otel var. Bunlardan Taş Han ve Sakızlı Han en revaçla olanları. Haliyle oda fiyatları da diğerlerine göre biraz daha yüksek. Hepsinin cepheleri aynı dili konuşuyor sanki. Her köşede buraya has bir sürpriz, bir şirin detay, Ege'ye has bir özellik çıkıyor karşınıza. Nereye bakacağınızı, hangi birinin fotografını çekeceğinizi şaşırıyorsunuz. Burada sanki zaman duyuyor. Başka bir zaman boyutuna geçiyor insan. Gezimiz iki gün sürdü ama en kısa sürede tekrar gelmeye karar verdim.


25 Ağustos 2009 Salı

Gezdim Gördüm Yazdım 4: Bodrum


Bu yaz tatilimi her sene olduğu gibi İzmir'in tatil beldelerinden Ürkmez'de değil arkadaşım Aygen'in de israrıyla Bodrum'da geçirmeye karar verdim.İlk kez Bodrum'a gidecektim. Önce her zaman olduğu gibi sıkı bir internet araştırması yaptım. Hemen hemen tüm kaynakların buluştukları ortak nokta renkli Bodrum sahilleri ve hareketli gece hayatı idi. Aygen'lerin Bodrum Yalıkavak'daki evlerinde geçireceğimiz tatil için 8 Ağustos'da ben Ankara'dan, Aygen İstanbul'dan Varan'la yola çıktık. Tatilin ilk sürprizi otobüslerimizi iki dakika ara ile Bodrum otogarına yanaşmasıydı. Yalıkavak'da buluşmayı umarken erken karşılaşmak ve yolun kalan kısmını beraber gitmek çok eğlenceliydi. Aygen'in annesi Şenay teyze bizi Yalıkavakda karşıladı ve Bodrum tatilimiz başladı. Bodrum'da ilk dikkatimi çeken dik yamaçlara konuşlandırılan sitelerdi. Kalacağımız sitedeki evler genellikle 2 yada 3 katlı ama dar bir alana oturan minyatür villalara benziyordu. Ancak eşine az rastlanır müthiş bir deniz manzarası vardı.


İlk günümüzü sitenin ilerisinde bulunan sahildeki şezlonglarda pinekleyerek ve kitap okuyarak geçirdik. Ayşe Kulin'in Veda'sına burada başladım. Oldum olası sahilde kitap okumayı çok severim. Bıraksalar bir günde bir kitabı bitiririm herhalde. Akşamüzeri Turgut Reis Marina'daki Yat Fuarına gittik. Fuarda birbirinden lüks yatlar, kotralar, tekneler sergileniyordu. Tabi (henüz) mali durumumuz fiyatları 45.000 Euro ile 300.000 Euro arasında değişen süper yatlardan birini alacak kadar iyi olmadığından, beğendiklerimizin önünde fotograf çektirmekle yetindik. Marinanın içindeki kafelerden birinde gün batışını izleyerek akşam yemeğimizi yedik ve biraz dolaştıktan sonra ikinci güne hazırlanmak için evimizin yolunu tuttuk.


İkinci gün sabah Şenay teyzenin arkadaşları ve kızlarıyla beraber Gökçebel'de bir köy evine kahvaltıya gittik. Masamıza önce 5-6 çeşit reçel, mis gibi hormonsuz bahçe domatesi, biberi, salatalığı , zeytin, peynir daha sonra saçta yapılan sıcacık pideler geldi. Evin sahibesi Güler hanım tarafından yapılan sağanda yumurta, otlu gözleme, peynirli börek, kabak çiçeği dolması da eklenince tadından yenmez bir kahvaltı soframız oldu. Nihayet 3 saat sonra masayı silip süpürüp kendimize geldik. Köy evinde köy kahvaltısı fikrini geliştiren Güler hanıma, ona yardım eden eşi ve oğluna teşekkür ederek Göl-Türkbüküne doğru yola çıktık. Bodrum'de her ne kadar dolmuş seferleri sık olsada gideceğiniz yere daha rahat ulaşabilmeniz için mutlaka arabalı olmanız gerekiyor. Yoksa sıcak havada dik yamaçlara çıkıp inmek düşündüğünüzden daha zor olabiliyor.

Göl-Türkbükü'nde otellerden birinin iskelesinde beş kişilik denize nazır minder bulup güneşe serildik. Burası Bodrum'un sakin koylarından biri. En çok hoşuma giden şey ise, buradaki sevimli küçük oteller ve onların önlerinde denize uzanan iskeleler. Herbiri birbirini rahatsız etmeyecek uzaklıkla ve farklı şekilde dekore edilmiş. Kimi tamamen bembeyaz, kimine beyaz ve mor hakim. Ama hepsi temiz ve huzurlu. Akşam üzeri saat 5 civarında çay ve elmalı kurabiye servisi başlıyor ki sabah o koca kahvaltıyı yapmamış gibi kurabiyeleri de löp löp yedik. Bolca deniz ve güneş banyosunun ardından akşam için hazırlandık. Bodrum beklediğimden daha büyük Bodrum geceleri de beklediğimden daha canlıydı. Burada Ankara'nın akşam 20.00'de el ayak çekilen manzarasından eser yoktu. Sabaha karşı saat 04.00'de bile sokaklar hala kalabalıktı. Daracık Bodrum sokaklarından insan seli arasında yavaş adımlarla yürürken her mekandan yükselen ve birbirine karışan müzik sesleri insanları içeri davet eder gibiydi. Bazen jazz, bazen rock, bazen pop ve biraz Latin melodileri eşliğinde dolaştık sokakları.
Ertesi gün Gündoğan sahillerini tercih ettik. Yalıkavak'da ki beyaz köpükler saçan dalgalara karşı burası süt limandı. Yine deniz ve güneş eşliğinde kitabımı okumaya devam ettim. Akşamında ise Gümüşlük'de balık yemeğe karar verdik. Kabak lambalarla süslenmiş sıra sıra balıkçılardan birinde bir masa bulup oturduk. Yan tarafımızdaki masada iki Fransız turist oturuyordu. Bir süre sonra onlarla sohbet etmeye başladık. Biri İngilizce öğretmeni biri teniz hocasıydı ve Selçuklu Mimarisini araştırmak için Türkiye'ye gelmişlerdi. Bodrum'dan sonra Antalya'ya ve oradan da Konya'ya gideceklerdi. Ellerinde iki adet kitapla, hiç bilmedikleri bu ülkeyi diledikleri yerde durabilmek için arabayla geziyorlardı. Çok imrendim onlara o anda.

Sonraki gün Akyarlar sahilinde alışkın olduğum gibi kumsaldan denize girip güneşlendik. Kuma basmadan ayaklarım çamur olmadan denize girmiş hissedemiyorum kendimi. Burası rüzgar açısındanda Alaçatıyı aratmayacak düzeyde olduğundan bizim bulunduğumuz dönemde bolca rüzgar sörfü yapan kişi vardı. Çevredeki otellerin deniz oyuncakları jetskiler, muzlarda birleşince denizin ne kadar kalabalık ve renkli olduğunu tahmin edebilirsiniz.


Bodrum'dan ayrılmadan önce Kaleyi ve müzeyi gezdik. Benim şansıma o sabah Bodrum'a 4000 kişilik bir cruise gemisi yanaşmışdı. Kale girişinde uzunca bir kuyruk vardı. Arkadaşım yıllardır bu kadar kalabalık bir grubu Bodrum'da görmediğini söyledi. Kale içinde Türkiye'nin ilk ve tek Sualtı Müzesi var. Müze olması gerektiği kadar büyük değil. Ayrıca müze girişi için verdiğimiz 10 Lira haricinde müze içindeki farklı bölümlere girmek içinde 5'er lira istenmesini de biraz turist nasıl olsa verir düşüncesine bağlıyorum ve kınıyorum. Temiz sahilleri, nemden uzak havası, nezih siteleriyle Bodrum'u çok sevdim. En kısa sürede tekrar gitmeyi ümit ediyorum. Şimdi de Bodrum'dan birkaç güzel manzara:



5 Ağustos 2009 Çarşamba

Dostluk, hayat ve hatalar üzerine...


Dün 10 yıldır görmediğim bir arkadaşımı buldum facebookta. Aslında pek iyi ayrılmamıştık. Arkadaşlık talebimi kabul eder mi etmez mi bilemedim. Etti... Uzun bir mail gönderdim önce. O da cevap yazdı sanki hiç ayrılmamışız gibi. Ne kadar özlemişim onunla konuşmayı. Eski günlerimizi hatırladım. Eski resimlerimizi buldum. Ona da gönderdim. İçimden bir yük kalktı. Sanki uzun zamandır çözemediğim bir soru cevaplandı. Ne kadar hafızamı zorlasamda aramızın neden bozulduğunu tam olarak hatırlayamıyorum. Demekki hiç önemli değilmiş. Aklımda o sevimsiz ayrıntı değil geçirdiğimiz keyifli dakikalar kalmış. Ama her ne ise, üniversitedeki en iyi arkadaşımla on yılıma mal oldu.
Ben bu hayatta herşeyi doğru yaptım diyebilen var mı acaba? Verdiğim her karar doğruydu, hiç hatam yok diyebilen? Çok zor herhalde. İtiraf ediyorum benim çok hatam var. Keşke Jennifer Gardner ve Mark Buffalo'nun "30 Olmak" filmindeki gibi geleceğe gidip verdiğimiz kararların sonuçlarının görebilsek. O zaman herşey ne güzel olurdu. Bende saçma sapan şeyler yüzünden dostumu kaybetmezdim belki.
Hayat filmlerdeki kadar kolay olmadığı için elimizdekiyle yetinmek ve onun kıymetini bilmemiz gerek. Ben 10 yıl sonrada olsa arkadaşımı buldum. Darısı diğerlerinin başına...