Cunda'da o kadar çok kedi var ki. Her yerdeler. Yemek yerken masaların arasında dolaşıyorlar. Hatta balık yerken masanın kenarında oturup sabırla size bakıp balık istiyorlar. Miyavlamıyorlar, yalnızca gözlerini ayırmadan bakıyorlar. Bir süre sonra yemeğinizi onlarla paylaşmaya mecbur kalıyorsunuz. Yolda yürürken bir kedinin kuyruğuna basmamak için dikkatli olmak gerekli. Gündüz şezlongların altının gölgeliğinde uyumayı seviyorlar. Şezlongdan kalkarken dikkat edin. Bir kedinin kafasına basabilirsiniz. Özellikle ara sokaklarda kapı önlerinde çöp kutularının yakınlarında ikili-üçerli gruplar halinde geziyorlar. Onlar insanlara, Cunda halkıda kedilere çok alışmış.
3 Ağustos 2010 Salı
Kedi adası Cunda...(Cunda 2)
Cunda'da o kadar çok kedi var ki. Her yerdeler. Yemek yerken masaların arasında dolaşıyorlar. Hatta balık yerken masanın kenarında oturup sabırla size bakıp balık istiyorlar. Miyavlamıyorlar, yalnızca gözlerini ayırmadan bakıyorlar. Bir süre sonra yemeğinizi onlarla paylaşmaya mecbur kalıyorsunuz. Yolda yürürken bir kedinin kuyruğuna basmamak için dikkatli olmak gerekli. Gündüz şezlongların altının gölgeliğinde uyumayı seviyorlar. Şezlongdan kalkarken dikkat edin. Bir kedinin kafasına basabilirsiniz. Özellikle ara sokaklarda kapı önlerinde çöp kutularının yakınlarında ikili-üçerli gruplar halinde geziyorlar. Onlar insanlara, Cunda halkıda kedilere çok alışmış.
2 Ağustos 2010 Pazartesi
Gezdim Gördüm Yazdım 8: Cunda (Alibey Adası)
Bu seneki tatili ablamla beraber Ayvalık Cunda'da yapmaya karar verdik. Daha önce hiç o bölgeye gitmemişiz. Ablam sakin ve huzurlu bir tatil, bense yüksek tavanlı, kemerli kapılarıyla Cunda evlerini görme hevesindeyim.
Maceralı geçen bir Ulusoy yolculuğu sonucunda Ayvalığa nihayet cumartesi sabah ulaştık. Otobüste o kadar üşüdükden sonra sıcak nemi az, Ege havası çok iyi geldi. Isındıkça sinirlerimizde yatıştı. Ayvalık otogarının önünden çok sık geçen Alibey taksi dolmuşlarına bindik. 2 dakika sonra Türkiye'nin ilk boğaz köprüsünden geçiyorduk. Otelimiz Cunda adasında merkeze 300 metre uzaklıkta deniz kıyısında Ezer Butik Otel. Odamız üçüncü katta denize nazır, küçük sevimli bir oda. Otel tamamen dolu ama biz bir ay önceden parayı ödediğimizden en güzel oda bizim.
Otelin önü deniz. Karşıda Ayvalık ve küçüklü büyüklü adalar. Kumsal olmasa da bolca şezlong var. İlk gün öğlen sahildeki şezlonglara yayıldığımızda bende ilk kitabım Ahmet Şerif İzgören'in "40'ının da Kulpu Kırık 40 Türk"e başlıyorum. Burası da Kekova Simena gibi çok sakin ve huzurlu bir tatil bölgesi. Bulunduğumuz yer bir koy olduğundan dalga yok denecek kadar az. Ancak uzaktan gecen teknelerin dalgası kıyıya vuruyor. Beş gün boyunca gezi teknelerinden gelen müzik sesi dışında neredeyse hiç ses duymuyoruz. Arada denizde oynayan çocuk cıvıltıları ve martı sesleri birbirine karışıyor.
Akşamüstü Cunda merkeze yürüyoruz. Bizi ilk olarak Türk'lerin adaya ilk ayak bastıkları yere yapılan bir anıt karşılıyor. Arkasındaki yıkılmak üzere olan eski binanın yetimhane olduğunuz söyleyenler var ama net bir bilgi yok.
Cunda merkezinin sahil tarafında balık restoranları,dondurmacılar, lokmacılar, diğer tarafında ise, yine restorana dönüştürülmüş eski Rum evleri sıralanmış. Yürüyüş yolu üzerinde adım başı buzlu badem satıcılarına rastlıyoruz.
Restoranların hepsinin girişinde onlarca çeşit mezenin ve balıkların sergilendiği camlı dolaplar var. Cunda tam bir zeytinyağlı cenneti. Adını ilk kez duyduğum denizden çıkarılarak zeytinyağlı pişirilen otların tadına doyamıyor insan. Yanında çeşit çeşit lezzetli balıklarla tadından yenmez oluyor. Buraya özgü Papalina adında sardalya'nın yavrusu bir balık türü varmış. Ancak Papalina'nın av yasağının kalkmasına daha bir hafta olduğundan ve restoranlardakiler buzhanelerde depolanan eski balıklar olduğundan papalinayı tadamadık. Ancak bizim yediğimiz çupra ve tekirler de muhteşem.
Ada'da yemek saati akşam 20.00 civarında başlıyor. Güneş yavaş yavaş çekilip hava biraz serinleyince çarşı da insanlarla dolmuyor Cunda'da. Yemeğini yiyenler soluğu çarşı da alıyorlar. Herşey o kadar rengarenk ve cıvıl cıvıl ki. Yeni seramik çalışmalarım için bolca ilhamım var artık. İhtiyacımız olmasa da almadan duramıyoruz. Yeni bir yere gittiğim zaman mutlaka aldığım iki şey var. Magnet ve Kupa. Kedili ve kayıklı bir magnet ve Cunda manzaralı bir kupa beğeniyorum. İkisinden de Cunda da o kadar bol çeşit var ki seçmekte zorlanıyoruz. Güneş battığı halde hava hala çok sıcak ama rüzgar biraz rahatlatıyor.
Gece saatleri yaklaşırken Cunda merkez daha da hareketleniyor. Bu sefer dondurmacıların ve meşhur lokma imparatorunun önünde uzun kuyruklar oluşmaya başlıyor. Aklınıza gelebilecek her türlü meyveden yapılan dondurmaların tadına bakıyoruz. Hergün farklı kombinasyonlar deniyoruz. Birgün sakızlı-limonlu-karadutlu, diğer gün sakızlı-kakaolu-zeytinli... Ben özellikle sakızlı ve zeytinli dondurmaya bayılıyorum.
İkinci gün akşam üzeri ablamı çarşıya bıraktıktan sonra Cunda'nın meşhur Neo Klasik evlerini görmek için ara sokakları dolaşmaya başlıyorum. Hepsi o kadar muhteşem görünüyor ki çekebildiğim kadar fotograflarını çekiyorum. Bir sokaktan diğerine, her geçişte daha da hayran oluyorum bu adaya. Hem çok sade hemde çok süslü pencereler, merdivenli, yüksek ve kemerli kapılar, pencerelere tünemiş kediler. Tüm evler aynı dili konuşuyor sanki.
Ara sokaklarda gezerken birden karşıma bir kilise çıkıyor. Önceden hazırladığım gezilecek yerler çıktılarımdaki resimlerden buranın Takriyarhis Kilisesi olduğunu anlıyorum.1873 yılında yapılmış olan kilise, Türklerin adayı işgalinden sonra bir süre camii olarak kullanılmış. Bu dönemde maalesef duvalarlarda bulunan pek çok ikona yerinden sökülmüş. 2003 yılındaki büyük fırtınadan sonra ziyaretçilere kapatılmış. Kilisenin bir duvarında tavandan başlayıp zemine kadar ilerleyen büyük bir çatlak göze çarpıyor. Eğer restorasyon yapılmaz ise kilise birkaç yıl içinde yada hafif bir depremde yıkılabilir.
Takriyarhis Kilisesini kedileriyle baş başa bırakıp sokaklarda dolaşmaya devam ediyorum. Bir ara evlerin arasında biraz daha yüksekte bir rüzgar değirmeni çarpıyor gözüme. Onu bulmak için yine ara sokaklarda yıkılmış ve yıkılmak üzere olan eski evlerin önünden yokuşlu yolları tırmanmaya başlıyorum. Birden önüme üç duvarı kalmış Agi Triyada kilisesi çıkıyor. Adanın ilk kilisesi olan bu bina da maalesef diğerleri gibi perişan halde. Elimdeki kaynaklar 1858 yılında inşa edilen yapının 1928 yılına yani mübalede yılllarına kadar ibadete açık olduğunu söylüyor. Kilisenin sağ tarafından muhteşem bir deniz manzarası var. Şimdi bu kadar güzel ise geçmişte bu kilise henüz kullanılıyorken pencerelerinden manzarının ne kadar güzel olduğunu düşünüyorum.
Agia Triyada'nın biraz yukarısında aradığım rüzgar değirmemine ulaşıyorum. Aşıklar Tepesi olarak adlandırılan bölgede Agios Yannis kilisesi yıllar önce kaderine terkedilmiş. Zaman içinde çatısı tamamen çökmüş ve eskiden var olan çan kulesi yıkılmış. Ancak burası 2006 yılında Rahmi Koç tarafından restore edilip bir kütüphaneye dönüştürmüş. İçinde şimdi bir cafe de bulunuyormuş.
Tatilimizin ücüncü gününde otel sahibimizin tavsiyesi üzerine tekne turuna çıkmaya karar veriyoruz. Cunda'da olmazsa olmazlardan biri de tekne turlarıymış. Her zevke göre turlar var burada. İsterseniz şıkır şıkır göbek havaları çalıp, dans ederek bronzlaşabileceğiniz büyük teknelere binersiniz, isterseniz daha sessiz küçük tekneleri tercih edersiniz. Biz ablamla "huzurlu, sessiz tatil" sloganıyla yola çıktığımızdan küçük olanları seçiyoruz. Bir gün önceden arayıp rezervasyon yaptırdığımız teknemiz, Ayvalık'tan hareket edip bizi Cunda limanından alıyor. Cunda çevresindeki küçüklü büyüklü pek çok adanın yakınından geçip nihayet Melisa adası kıyısında demirliyoruz.
Tekne Cunda'nın çevresinde bir tur atıp iki noktada daha yüzme molası veriyor. Hava sıcak ama deniz serin. Tekne harekete geçtiğinde küfür küfür rüzgar esiyor. Manzara adalar, martılar ve denizden ibaret. Bu huzurlu sessizliği zaman zaman karşılaştığımız diğer tur tekneleri bozuyor. Aynı noktalarda durmasak da sonuçta güzergah aynı. Bazılarında animatörler dans yarışmaları düzenliyorlar. Hemen hemen hepsinden aynı ses yükseliyor. "EEEVLİ, MUTLU, ÇOCUKLUUUUUU..."
Öğlen saat 12'de başlayan turumuz saat 6 civarında yine Cunda limanında sona eriyor.
Beş gün boyunca deniz, güneş sefası sırasında bolca kitap okuyorum. Ablam kızıyor bana. Bırak kitabı etrafı seyret diyor ama benim sahilde en çok sevdiğim şey kitap okumak. Bunu anlatamıyorum ablama. Şerif Hoca'nın kitabından sonra Akşam Güneşi'ni okuyorum. Yanıma aldığım iki kitap beklediğimden daha erken bitince Cunda çarşısından Ejderha Dövmeli Kız'ı ve Görünmeyen'i alıyorum.
5. gün sabah son kahvaltı ve deniz sefasının ardından Cundanın sakin sokaklarını evlerini, şirin dükkanlarını, kedilerini, yemeklerini ve dondurmalarını bırakıp tatilimizin ikinci durağı İzmir-Seferihisar'a doğru yol çıkıyoruz.
23 Temmuz 2010 Cuma
Bir daha ULUSOY mu asla!!!!!!
Ama bu sefer durum daha ciddiydi. Hayatımın en kötü otobüs yolculuğunu yaptım.
Öncelikle perona gelen otobüs batan Boss'un eksimiş, koltukları yıpranmış, rahatsız ve çakıt Setra'larından biriydi. Daha otobüse biner binmez bir yolcu şikayet etmeye başladı. Ona otobüste kablusuz internet olduğunu söylemişler ama yoktu. Yola çıktık. Muavin (yada host ne deniyorsa) servise başladı. Elleri o kadar kirliydi ki bana verdiği bardakta parmak izleri gayet net seçilebiliyordu. Tatile gidiyorum ya hiç bişeyi kafama takmamaya niyetliyim. Üstünde durmadım. Çocuğun parmaklamadığı kısımlarda çayımı içtim.
İki-üç saat sonra ilk moladan sonra klima çalışmaya başladı. Otobüsün içi gittikçe soğudu. Önce bir iki defa muavin çocukla şoföre klimayı kısması için haber gönderdik. Hiç bir değişiklik olmadı. Birkaç defa daha haber gönderdik. Şoför yine takmadı. Otobüsün tek battaniyesini en uyanık yolcu kaptı. Üç saat kadar sonra insanlar öksürmeye ve titremeye başlayınca iş zıvanadan çıktı. Gecenin bi körü bütün otobüs ayaklandık. Yolcular bağırıp çağırmaya başlayınca şoför bey bi zahmet otobüsü durdurdu. İnip klimayı kapatmaya çalıştı. Öğrendik ki klima bozukmuş. Koskoca ULUSOY böyle otobüsü servise çıkarabiliyor. Şöfor bey işine gelmediğinden "Yeni araba isteyin" sözlerimize hiç kulak asmadı. Öksüre tıksıra Ayvalık'a vardık.
Oraya varır varmaz ilk işim müşteri hattını aramak oldu. Ama ulaşabilene aşk olsun. İnat ettim. Hergün aradım. En sonunda 4 gün sonra biri telefonumu açtı. Durumu anlattım. Son derece ilgisizce dinledi. "Biz sizi gün içinde ararız" dedi ve kapattı. Yaklaşık bir hafta oldu. Daha arayan soran yok. Şikayetvar.com'a bir yazı gönderdim. Oraya da cevap vermediler. Böyle büyük bir firmanın bu kadar ilgisiz olmasına inanamıyorum. Güven çok zor kazanılır ama çok kolay kaybedilir. Böyle markalar için güven çok önemlidir. Kendilerini vazgeçilmez zannediyorlar ama bu son bir daha asla Ulusoy ile seyahat etmeyeceğim.
Ulusoy için İbrahim YK'dan "Allah belanı versin" adlı şarkıyı eklemek istedim ama bilgisayarım parçayı indirmeyi reddetti. Siz eklemişim varsayın:)
CD'im nerdeeee?
Dün işler çok yoğundu. Ancak akşam çıkarken cd aklıma geldi. Arabadan geri döndüm. Odamın altını üstüne getirdim. Ama yok. Bulamıyorum. Arıyorum tarıyorum yook. Kafama takıldı bir kere, bulmam lazım. Olmayacak yerleri dolap arkalarını, masanın kullanılmayan çekmecelerini araştırdım. Yook.
Sabah şirkete geldiğim saniyeden itibaren düşünmeye başladım. "Arabadan indim." "Elimdekileri broşürleri çöpe attımm." Birden gözlerim açıldı. Acaba cd'im de mi çöpü boyladı? Öyleyse çok kötü. Çünkü o çöp varilleri akşama kadar kırk kere dolar, kağıt toplayıcıları ve kablo toplayıcıları tarafından defalarca didiklenir.
Varillerin biri ağzına kadar doluydu. Moralim bozuldu. Ama diğeri boştu. İçine doğru eğilince en altta Sertap'la göz göze geldik. Yarım saattir aradığım albümüm orada çöpün içinde sağlam ve temiz halde duruyordu. Üzerinde küçük bir kutu vardı. Ama ne cd'de ne de kutusunda herhangi bir hasar yoktu. Biraz uğraşarak onu çöpten çıkardım. Alkollu mendillerle, kolonyalarla temizledim.
Çook sevindiim. Şimdi yine onu dinliyorum. Favorim Koparılan Çiçekler'in yavaş versiyonu...
Eh bi şarkı da Sertap Erener'den gelsin o zaman:) Bu albümden değil ama eski ve güzel bi şarkı.
Günahın Boynuma
BEEEN GELDİİİİM
Ne kadar uzun zaman olmuş. Neredeyse 1,5 aydır hiç yazı yazmamışım. Boş durmum sanmayın sakın. Gece yarılarına kadar etsy'de açacağım sayfam için çalıştım. Deri, kumaş, boncuk, tel, cam... Evde ne var ne yok uzun zamandır dolaplarda duran, belki bişeyler yaparım diye alıp biriktirdiğim herşeyi çıkardım. Suluhan'a gidip malzemelerime takviyeler yaptım. Salonda masanın üstü tam bir keşmekeş. Akşam işten gelince alelacele yemeğimi yiyorum. Oturuyorum masanın başına. Gece 1-2'ye doğru ancak kalkıyorum. Bence güzel şeyler çıktı ortaya.
Sonra ablam geldi. Beraber tatile gittik 5 gün Ayvalık-Cunda'da sonra 5 gün İzmir-Seferihisar'da geçirdik. Çok keyifli bir geziydi. Bol bol yüzdük, Cunda sokaklarını gezdik, güneşlendik ve tabii kitap okuduk. Şimdi artık Ankara'dayım. İşimin başına döndüm:( Tatil modundan çıkamadığımdan biraz durgunum.
Şimdi anlatmaya başlıyoruuum:))
Mis gibi bir tatil şarkısı;
Fatima Spar und die Freedom Fries, Bosa Noga
11 Haziran 2010 Cuma
Konsersiz turne...
Tuz gölü
Yemek molamızın ardından ancak 1 saat gitmiştik ki kötü bir haber aldık. Bizim önümüzde bizden bir saat önce yola çıkan 3 arabalık bir ekip daha vardı. Arabanın birinde kurumun daire başkanlarından biri ailesiyle beraber Adana'ya gidiyordu. İşte bu araba yolda aniden önüne çıkan bir teneke parçasından kurtulmaya çalışırken şarampole yuvarlanmış. Aşırı hızlı araç 8 takla attıktan sonra engebeli arazideki tepelerden birine çarpıp durabilmiş. Arkadan gelen araç kazayı görmese çok zor fark edilebilecek bir noktada kalmış. Hemen bize de haber verdiler. 15 dakika sonra kaza mahalindeydik. Çok şükür ki ölen yoktu ancak 20 yaşındaki genç kız ve 12 yaşındaki oğlanın durumları kötüydü. Anne ve baba şoktaydı. Araba tanınmayacak hale gelmişti. Polis ekipleri ve ambulanslar gelmişti. Bizimkilerinde yardımıyla yaralılar ambülanslara taşındı. Arabanın içinde sağlam kalan ve etrafa saçılan değerli eşyalar toplandı. Yaralıları acil hastanelere gönderdikten sonra bizde otobüsümüzle Ceyhan'da kalacağımız Botaş tesislerine doğru yola çıktık. Birkaç saat önceki halimizden eser kalmamıştı. Hepimiz gördüklerimizin şokuyla sus pus olmuştuk. Bütün yol boyu yaralılarla beraber giden arkadaşlarımıza ulaşmaya, onlardan haber almaya çalıştık.
Akşam misafirhanedeki odalarımıza yerleşip yemeğe indiğimizde konserin iptal olduğunu öğrendik. Böyle bir kazanın ardından insanlar hastanede canıyla uğraşırken bizim konser vermemiz olmazdı. Çok şükür ki yaralıların sonuçları iyi geldi. Düşündüğümüz kadar kötü değillerdi. Ama bir süre daha hastanede kalmaları gerekecekti.
Konser iptal edilse de otobüsler odalar ayarlandığı için ancak pazar günü yola çıkabilecektik. Bizde bulunduğumuz yerin keyfini çıkarmaya başladık. Botaş'ın Adana Ceyhan tesisleri, Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının hemen yanında denizin kenasında ormanlık bir alanın içinde kurulmuş. Sabah Leyla'yla ilk işimiz deniz kıyısına inmek oldu. Misafirhaneden sahile 100e yakın basamak inerek ulaşabildik.
Yazın sezonda kamp olarakta kullanılan tesislerde oldukça geniş bir sahil, şemsiyeleri, sezlongları ve sahil restoranıyla herşey vardı. Sabah deniz çok sakin ve dalgasız olması rağmen kahvaltıdan sonra rüzgarla beraber dalgalanmaya başladı. Yine de hava çok güzeldi. Biraz deniz molasından sonra şezlonglara yayılıp dinlendik. Bende tüm gün kitabıma devam ettim.
Aralarda yürüyüş yaptım, kıyıdan bol bol deniz kabuğu topladım. O kadar çoklardı ki, sanki taştan çok kabuk vardı. Akşama ben rüzgardan, kitaptaki kadın yargıç Korowa yakın arkadaşının ölümünden perişan olarak odalarımıza döndük. Akşam yemeğini bütün ekip beraber yedik.
Ankara'da yağmur, sular seller gibi akarken biz Adana'da deniz kıyısında bir günlük tatil yaptık. Turnemiz konsersiz ama eğlenceli oldu. Seneye "konserli"sini yapacağımızı düşünerek ayıldık.
2 Haziran 2010 Çarşamba
Hayat bu işte...
Ben söylemiştim... Şehr-i Hüzün albümünü ilk dinlediğim zamandı. Keşke bu sene eurovisiona maNga katılsa demiştim. Hatta onlar katılsa kesin ilk üçe girerler demiştim. O zamanlar Emre Aydın'ın adı vardı daha. maNga'dan bahseden yoktu. Ama maNga Avrupa'dan ödülle gelince temsilcimiz belli oldu. Bir müzisyen "eurovision değil komşuvisiondur" demiş. Kesinlikle katılıyorum. Ancak gerçekten iyi şarkılar komşu puanlarını aşabiliyor galiba. maNga'yı tebrik ediyor ve albümden sevdiğin bir şarkılarını ekliyorum....
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)