5 Ağustos 2010 Perşembe

Güzel bir haber:)


Dün yazdığım postta Cunda'daki yıkılmak üzere olan Despot evinden bahsetmiştim. 1995 ve 2010 yıllarındaki fotograflarını ekleyip binanın şuanda ne kadar harap hale geldiğine ne kadar üzüldüğümü anlatmıştım. Ama biraz önce çok güzel bir haber aldım. Sevgili Çiğdem, bu binanın ihalesinin sonuçlandığını yakında restore edileceğini yazmış. Alt kat etnografya müzesi üst kat ise otel olacakmış.


Gerçekten çok çok sevindim. Umarım Cunda'nın ve Ayvalığın diğer güzel evleri ve binaları böyle bir uygulamalar ile güzelleştirilir. Tabii devlet kurumları kadar bizlere de iş düşüyor. Tarihi binaları ve çevreyi koruma bilincini herkese yaymamız gerekli.

Demek ki güzel şeyler de oluyormuş ülkemizde. Ne güzel:))

Çok teşekkürler Çiğdem. Umarım biran önce bitirirlerde. Bir daha ki sefere gittiğimde yeni fotograflar eklerim buraya...

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Cunda Evleri... (Cunda 3)


Cunda hakkında yazarken evler ile ilgili ayrı bir post hazırlamaya karar verdim. Hepsi o kadar güzel ve alımlılar ki. Belki hepsini ayrı ayrı incelemek gerekliydi. Ama şuanda yapılabileceğim tek şey bu.

Cunda evlerinden bahsetmeden önce kısaca adanın tarihinden bahsetmek gerekiyor sanırım. Cunda, Balkan savaşlarından önce çoğunlukla Rumların yaşadığı bir ada imiş. 1924 mübadelesinde burada yaşayan Rumlar Yunanistan'a, Girit ve Midilli'de yaşayan Türkler'de Cunda'ya gönderilmiş. Bu tarihten sonra adanın kaderi değişmiş. Nüfusu azalmış. Evlerin çoğu boşalmış. Zeytinlikler el değiştirmiş. Kiliseler terkedilmiş. Mübadele'den önce 10.000 olan ada nüfusu 2000-3000 kişiye düşmüş.

Netten adanın tarihini araştırırken Emre Büyükçerçi'nin "O" yılları anlattığı ve adada Giritten gelen mübadillerle sohbetlerinden yola çıkarak yazdığı makalesi çıktı karşıma. Okumak isteyenler için buraya bir link koydum.

Emre beyin yazısını görünce aklına yıllar önce okuduğum Kemal Yalçın'ın "Emanet Çeyiz" kitabı geldi. Çoğu zaman gözlerimde yaşlarla okumuştum kitabı. Kemal Yalçın mübadeleyi hem Türkler hem Rum'ların öyküleriyle anlatmıştı. Her iki taraf içinde çok acılı olmuş bu süreç. Doğup büyüdükleri toprakları, atalarının aile büyüklerinin mezarlarını, komşularını, bütün mallarını orada bırakıp tamamen yabancı topraklara yollanmışlar. Aslında ana vatan olan  bu topraklar hiç sevgiyle kucaklamamış onları. Buraya gelen Türkler doğru dürüst Türkçe konuşamadıkları için dışlanmışlar. O yıllarda Türkiye'nin durumu da çok iyi olmadığından, onlara vaad edilen evler zeytinlikler verilmemiş. Kimi zaman yokluktan kimi zaman yolsuzluklardan çekmişler. Ada halkı yoksul kalmış ki hala öyleler.

Cunda'daki evler de bu olumsuzluklardan nasibini almış. Çoğu ev mübadillerin torunları tarafından kullanılıyor ama kötü durumda. Restore edilen çok az ev var maalesef. Kiliselerin durumları daha da kötü. Cunda yakında Alaçatı olur diyorlar. Cunda'ın tarihi binaları bence Alaçatı'dan çok daha işçilikli ve güzel. Yenilenmeyi ve restoasyonu Alaçatı'dan çok daha fazla hakediyorlar.

En önemlisi de çok geç kalınmış. Artık zaman yok. Biran önce buradaki tarihi binaların ve evlerin yetkililerce görülmesi gerekli. Belki birkaç yıl sonra o binalardan pek çoğu ayakta olmayacak. Hemen harekete geçilmeli... Resimleri görünce neden bu kadar üzüldüğümü daha iyi anlayacaksınız:

Hadi başlayalım o zaman...

                                  

Burası Despot evi olarak biliniyor. İnternetten aldığım bilgilere göre "Bu bina Despot adında bir Rum tarafından  Yunanistan’ın devlet olduğu gün toplanan bağışlar ile yaptırılmış. Bu heybetli yapının sahibi 1877 yılında binaya yapılan bir baskın da hayatını kaybetmiş. Daha sonra Osmanlı Devleti binayı satın alarak Hükümet binası olarak kullanmış. Mübadeleden sonra bir süre yetimhane olarak kullanılmış. Şu an maalesef yıkılmak üzere. Netten buranın 1995 yılına ait resimlerini buldum. Geçirdiği değişim inanılmaz. Bir on yıl daha dayanabileceğini sanmıyorum.

                               

Cunda da sokaklar genellikle dar ve arnavut kaldırımı döşeli. Evler bitişik nizam inşa edilmiş. Bahçeler genellikle binanın arka tarafında. Ön cephede yalnız kapı ve pencere açıklıkları görünüyor. Evler genellikle yöresel sarımsak taşından yapılmış. 


2 yada en fazla üç katlı binalarda alt kat pencereleri küçük. Üst katta bulunan pencereler dar ve uzun inşa edilmiş.


Evlerin kapıları sade yapı içinde en gösterişli elemanlar. Geniş yüksek ve merdivenle çıkılan kapıların süslü kolon başlıklı yuvarlak kemerli alınlıklarında binanın yapıldığı yıla ait bilgiler bulunuyor. Kapı tokmakları da en az kolon başlıkları kadar önemli detaylar. Dökme demirden yapılan bu aksesuarlar kapıları tamamlayan çok önemli elemanlar.


Evlerin ikinci katlarında manzaraya hakim cumbalar ve bazılarında küçük balkonlar bulunuyor. Balkonları ve cumbaları alttan desteklemek için kullanılan eli böğründeler en az kolon ve alınlıklar kadar süslü. Dekoratif formlar kadar insan formlarına da rastlayabiliyoruz.
 

Pencerelerde en az kapılar kadar süslü Cunda evlerinde. Alt kat pencerelerinin önlerinde sardunyalıklar olarak adlandırılan ferforje çıkmalar var. Üst katta ise bu çiçeklik yerine rengarenk kepenkler konulmuş.


Bu evin büyük bölümü yıkılmış. Çatı ve ikinci kat tamamen çökmüş. Ancak cumbanın eli böğründeleri sağlam. Oradaki işçiliği görünce insan bu evin sağlam ve kullanılıyorken ne kadar muhteşem göründüğünü düşünmeden edemiyor.  Kapı kenarlarındaki oymalar, pencere  kenarları, yüksek merdivenli ve geniş giriş kapısıyla tam karakteristik bir ada evi. Kim bilir buarada ne mutlu dakikalar yaşandı. Kimler evlendi. Kaç çocuk dünyaya geldi. Ne kadar büyük davetler verildi. Bunlaru düşünürken kendimi kapının önünde buldum.   


Birazda Ayvalık evlerinden kapılar;


Gönül isterdi ki bu mağrur ama yorgun evlerin hepsi aslına uygun olarak restore edilsin. İnsan bu evler Avrupa'da bir şehirde olsaydı ne halde olurlardı diye düşünmeden edemiyor. Umarım bu fotograflar birilerinin dikkatini çeker. Birilerinin de benim gibi içi sızlar.  Bu binaların hepsi bizim tarihimizin önemli birer parçası. İçinde daha önce kim yaşamız olursa olsun  hepsi birer Türk evidir. Onları yapanlar çoktan toprak olmuşlar ama onların yadigarlarını yaşatmak bizim elimizde...

Bu resimleri kullanak isteyen arkadaşlar;
Hepsini kullanabilirsiniz. Yalnız emeğime saygı göstermek için bu posta alıntı yapmanızı rica ediyorum.

3 Ağustos 2010 Salı

Kedi adası Cunda...(Cunda 2)


Cunda'nın diğer adı kedi adası olabilirmiş. Ama bu sokak ve balkon bence biraz istisna. Resimdeki kedileri sayabilmek için resmi tıklayıp büyütün. Ben 15 kedi saydım. Ya siz? Daha resim karesine girmeyen kediler olduğunu söylesem inanır mısınız?

Cunda'da o kadar çok kedi var ki. Her yerdeler. Yemek yerken masaların arasında dolaşıyorlar. Hatta balık yerken masanın kenarında oturup sabırla size bakıp balık istiyorlar. Miyavlamıyorlar, yalnızca gözlerini ayırmadan bakıyorlar. Bir süre sonra yemeğinizi onlarla paylaşmaya mecbur kalıyorsunuz. Yolda yürürken bir kedinin kuyruğuna basmamak için dikkatli olmak gerekli. Gündüz şezlongların altının gölgeliğinde uyumayı seviyorlar. Şezlongdan kalkarken dikkat edin. Bir kedinin kafasına basabilirsiniz. Özellikle ara sokaklarda kapı önlerinde çöp kutularının yakınlarında ikili-üçerli gruplar halinde geziyorlar. Onlar insanlara, Cunda halkıda kedilere çok alışmış.


    

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Gezdim Gördüm Yazdım 8: Cunda (Alibey Adası)


                             

Bu seneki tatili ablamla beraber Ayvalık Cunda'da yapmaya karar verdik. Daha önce hiç o bölgeye gitmemişiz. Ablam sakin ve huzurlu bir tatil, bense yüksek tavanlı, kemerli kapılarıyla Cunda evlerini görme hevesindeyim.

 Maceralı geçen bir Ulusoy yolculuğu sonucunda Ayvalığa nihayet cumartesi sabah ulaştık. Otobüste o kadar üşüdükden sonra sıcak nemi az, Ege havası çok iyi geldi.  Isındıkça sinirlerimizde yatıştı. Ayvalık otogarının önünden çok sık geçen Alibey taksi dolmuşlarına bindik. 2 dakika sonra Türkiye'nin ilk boğaz köprüsünden geçiyorduk. Otelimiz Cunda adasında merkeze 300 metre uzaklıkta deniz kıyısında Ezer Butik Otel. Odamız üçüncü katta denize nazır, küçük sevimli bir oda. Otel tamamen dolu ama biz bir ay önceden parayı ödediğimizden en güzel oda bizim.


Otelin önü deniz. Karşıda Ayvalık ve küçüklü büyüklü adalar.  Kumsal olmasa da bolca şezlong var. İlk gün öğlen sahildeki şezlonglara yayıldığımızda bende ilk kitabım Ahmet Şerif İzgören'in "40'ının da Kulpu Kırık 40 Türk"e başlıyorum. Burası da Kekova Simena gibi çok sakin ve huzurlu bir tatil bölgesi. Bulunduğumuz yer bir koy olduğundan dalga yok denecek kadar az. Ancak uzaktan gecen teknelerin dalgası kıyıya vuruyor. Beş gün boyunca gezi teknelerinden gelen müzik sesi dışında neredeyse hiç ses duymuyoruz. Arada denizde oynayan çocuk cıvıltıları ve martı sesleri birbirine karışıyor.


Akşamüstü Cunda merkeze yürüyoruz. Bizi ilk olarak Türk'lerin adaya ilk ayak bastıkları yere yapılan bir anıt karşılıyor. Arkasındaki yıkılmak üzere olan eski binanın yetimhane olduğunuz söyleyenler var ama net bir bilgi yok.  


Cunda merkezinin sahil tarafında balık restoranları,dondurmacılar, lokmacılar, diğer tarafında ise, yine restorana dönüştürülmüş eski Rum evleri sıralanmış. Yürüyüş yolu üzerinde adım başı buzlu badem satıcılarına rastlıyoruz.



Restoranların hepsinin girişinde onlarca çeşit mezenin ve balıkların sergilendiği camlı dolaplar var. Cunda tam bir zeytinyağlı cenneti. Adını ilk kez duyduğum denizden çıkarılarak zeytinyağlı pişirilen otların tadına doyamıyor insan. Yanında çeşit çeşit lezzetli balıklarla tadından yenmez oluyor. Buraya özgü Papalina adında sardalya'nın yavrusu bir balık türü varmış. Ancak Papalina'nın av yasağının kalkmasına daha bir hafta olduğundan ve restoranlardakiler buzhanelerde depolanan eski balıklar olduğundan papalinayı tadamadık. Ancak bizim yediğimiz çupra ve tekirler de muhteşem.

Ada'da yemek saati akşam 20.00 civarında başlıyor. Güneş yavaş yavaş çekilip hava biraz serinleyince çarşı da insanlarla dolmuyor Cunda'da. Yemeğini yiyenler soluğu çarşı da alıyorlar. Herşey o kadar rengarenk ve cıvıl cıvıl ki. Yeni seramik çalışmalarım için bolca ilhamım var artık. İhtiyacımız olmasa da almadan duramıyoruz. Yeni bir yere gittiğim zaman mutlaka aldığım iki şey var. Magnet ve Kupa.  Kedili ve kayıklı bir magnet  ve Cunda manzaralı bir kupa beğeniyorum. İkisinden de Cunda da o kadar bol çeşit var ki seçmekte zorlanıyoruz. Güneş battığı halde hava hala çok sıcak ama rüzgar biraz rahatlatıyor.




Gece saatleri yaklaşırken Cunda merkez daha da hareketleniyor. Bu sefer dondurmacıların ve meşhur lokma imparatorunun önünde uzun kuyruklar oluşmaya başlıyor. Aklınıza gelebilecek her türlü meyveden yapılan dondurmaların tadına bakıyoruz. Hergün farklı kombinasyonlar deniyoruz. Birgün sakızlı-limonlu-karadutlu, diğer gün sakızlı-kakaolu-zeytinli...  Ben özellikle sakızlı ve zeytinli dondurmaya bayılıyorum.




İkinci gün akşam üzeri ablamı çarşıya bıraktıktan sonra Cunda'nın meşhur Neo Klasik evlerini görmek için ara sokakları dolaşmaya başlıyorum. Hepsi o kadar muhteşem  görünüyor ki çekebildiğim kadar fotograflarını çekiyorum. Bir sokaktan diğerine, her geçişte daha da hayran oluyorum bu adaya. Hem çok sade hemde çok süslü pencereler, merdivenli, yüksek ve kemerli kapılar, pencerelere tünemiş kediler. Tüm evler aynı dili konuşuyor sanki.


Ara sokaklarda gezerken birden karşıma bir kilise çıkıyor. Önceden hazırladığım gezilecek yerler çıktılarımdaki resimlerden buranın Takriyarhis Kilisesi olduğunu anlıyorum.1873 yılında yapılmış olan kilise, Türklerin adayı işgalinden sonra bir süre camii olarak kullanılmış. Bu dönemde maalesef duvalarlarda bulunan pek çok ikona yerinden sökülmüş. 2003 yılındaki büyük fırtınadan sonra ziyaretçilere kapatılmış. Kilisenin bir duvarında tavandan başlayıp zemine kadar ilerleyen büyük bir çatlak göze çarpıyor. Eğer restorasyon yapılmaz ise kilise birkaç yıl içinde yada hafif bir depremde yıkılabilir.



Takriyarhis Kilisesini kedileriyle baş başa bırakıp sokaklarda dolaşmaya devam ediyorum. Bir ara evlerin arasında biraz daha yüksekte bir rüzgar değirmeni çarpıyor gözüme. Onu bulmak için yine ara sokaklarda yıkılmış ve yıkılmak üzere olan eski evlerin önünden yokuşlu yolları tırmanmaya başlıyorum. Birden önüme üç duvarı kalmış Agi Triyada kilisesi çıkıyor. Adanın ilk kilisesi olan bu bina da maalesef  diğerleri gibi perişan halde. Elimdeki kaynaklar 1858 yılında inşa edilen yapının 1928 yılına yani mübalede yılllarına kadar ibadete açık olduğunu söylüyor. Kilisenin sağ tarafından muhteşem bir deniz manzarası var. Şimdi bu kadar güzel ise geçmişte bu kilise henüz kullanılıyorken pencerelerinden manzarının ne kadar güzel olduğunu düşünüyorum.  


                                  

                             

                             

Agia Triyada'nın biraz yukarısında aradığım rüzgar değirmemine ulaşıyorum. Aşıklar Tepesi olarak adlandırılan bölgede Agios Yannis kilisesi yıllar önce kaderine terkedilmiş. Zaman içinde çatısı tamamen çökmüş ve eskiden var olan çan kulesi yıkılmış. Ancak burası  2006 yılında Rahmi Koç tarafından restore edilip bir kütüphaneye dönüştürmüş. İçinde şimdi bir cafe de bulunuyormuş.

                                 

Tatilimizin ücüncü gününde otel sahibimizin tavsiyesi üzerine tekne turuna çıkmaya karar veriyoruz. Cunda'da olmazsa olmazlardan biri de tekne turlarıymış. Her zevke göre turlar var burada. İsterseniz şıkır şıkır göbek havaları çalıp, dans ederek bronzlaşabileceğiniz büyük teknelere binersiniz, isterseniz daha sessiz küçük tekneleri tercih edersiniz. Biz ablamla "huzurlu, sessiz  tatil" sloganıyla yola çıktığımızdan küçük olanları seçiyoruz. Bir gün önceden arayıp rezervasyon yaptırdığımız teknemiz, Ayvalık'tan hareket edip bizi Cunda limanından alıyor. Cunda çevresindeki küçüklü büyüklü pek çok adanın yakınından geçip nihayet Melisa adası kıyısında demirliyoruz.


Burası hayatımda gördüğüm en berrak denize sahip. Teknenin ikinci katından bile 2 metre derinliğindeki çakıl taşları deniz kestaneleri ve balıklar rahatlıkla seçilebiliyor. Yosun yok. Karanlık deniz bitkileri yok. Yalnızca kum ve çakıllar var.


Akvaryum gibi tertemiz masmavi sularda yüzüyoruz.  Su temiz olduğu kadar soğuk. Tam anlamıyla çivi gibi... Yarım saat deniz keyfinden sonra yemek servisi başlıyor. Yemek doyana kadar çıtır çıtır kızarmış balık, bol naneli zeytinyağlı salata ve karpuzdan oluşuyor. Melisa adası sakini martılar, başta biraz çekingen olsalarda, balıklarımızı onlarla paylaşınca hemen bize alışıyorlar.


Tekne Cunda'nın çevresinde bir tur atıp iki noktada daha yüzme molası veriyor. Hava sıcak ama deniz serin. Tekne harekete geçtiğinde küfür küfür rüzgar esiyor. Manzara adalar, martılar ve denizden ibaret. Bu huzurlu sessizliği zaman zaman  karşılaştığımız diğer tur tekneleri bozuyor. Aynı noktalarda durmasak da sonuçta güzergah aynı.  Bazılarında animatörler dans yarışmaları düzenliyorlar. Hemen hemen hepsinden aynı ses yükseliyor. "EEEVLİ, MUTLU, ÇOCUKLUUUUUU..."


Öğlen saat 12'de başlayan turumuz saat 6 civarında yine Cunda limanında sona eriyor.


Beş gün boyunca deniz, güneş sefası sırasında bolca kitap okuyorum. Ablam kızıyor bana. Bırak kitabı etrafı seyret diyor ama benim sahilde en çok sevdiğim şey kitap okumak. Bunu anlatamıyorum ablama.  Şerif Hoca'nın kitabından sonra Akşam Güneşi'ni okuyorum. Yanıma aldığım iki kitap beklediğimden daha erken bitince Cunda çarşısından Ejderha Dövmeli Kız'ı  ve Görünmeyen'i alıyorum.


5. gün sabah son kahvaltı ve deniz sefasının ardından Cundanın sakin sokaklarını evlerini, şirin dükkanlarını, kedilerini, yemeklerini ve dondurmalarını bırakıp tatilimizin ikinci durağı İzmir-Seferihisar'a doğru yol çıkıyoruz.