10 Kasım 2009 Salı

Kurbağa Prens...


İşteee karşınızda güleç yüzlü kurbağa prensim:) Daha önce ilk yaptığım şekerliği boyama çalışmam tam bir fiyasko olmuştu. Sanki seramiğin tüm güzelliği gitmişti. Bir daha kesinlikle boyama yapmamaya karar vermiştim. Kurbağamı da korka korka boyadım. Ama şimdi iyi ki boyamışım diyorum. Kocaman dudakları da parıl parıl boyanınca oldukça güleç yüzlü sevimli bir kurbağa oldu.
Şöyle kocaman bir öpücük kondursam yanağına, yakışıklı bir prense dönüşür mü acaba:))


9 Kasım 2009 Pazartesi

Şehir Sevdalısı...



Şehir temasını çok sevdim. Her yerde denedim. Seramikten şehirler çizdim. Önlüğümün üzerine kumaşla şehir yaptım. Birde eski kot pantolonlardan diktiğim çantanın üzerine bir deneme yaptım. Bence çanta üzerinde de oldukça sevimli oldu yada ben yaptığım için öyle geliyor bilmiyorum:)Hayatımda ilk çanta ve dikiş denememi sevgili arkadaşım Aygen için yapmıştım. Bu ikinci oldu.

Yine eski şirketimden kalan döşemelik kumaş ve deri parçalarının kullandım. Çatılar, pencere ve kapılar deriden oldu.Pastanelerin şeker kutularına bağladıkları kurdeleler ve canlı çiçeklere sarılan tül parçaları da çok işime yaradı. Bence yeşil, pembe ve morla güzel bir kombin oldu. Bakalım başka nerelere uygulayabilirim şehrimi:)

Küçük şehrim...

Dün uzun zamandan sonra ilk defa pazar günü kendime ve evime vakit ayırdım. Dağılan dolaplarımı yerleştirdim. Kışlık çıkarma, yazlık kaldırma işlerini tamamladım. Mutfak dolaplarında azalan, biten kuru bakliyat ve baharatları ayarladım. Yarım kalan işlerimi toparladım, listeledim, şimdi onları sırayla tamamlayacağım. Evimin dekorasyonunda yapmayı düşündüğüm değişikleri planladım. Dolap ve çekmece yerleştirme gibi sıkıcı addedilen düzenleme işlerinin insan zihnini rahatlattığını okumuştum bir dergide. Bence çok doğru bir tespit. Ben ne zaman (annemin tabiriyle) dolap baca indirsem yani dolapları yerleştirsem mutlu olurum.

Bu arada fırınlanan seramiklerimden sağlam olanları vernikledim ve yerlerine koydum. Sonunda şehirli çanağım salonda yemek masasının üzerinde yerini aldı. Evleri, bahçelerinde ağaçları, ağaçlarında elmaları, arabalarıyla salonda arz-ı endam etmeye başladı. Bolca fotografını çektim. Girip çıkıp bakıyorum şimdi.




Tealight olarak kırmızı kilden yaptığım balığımın patlayan dudaklarını ve gözlerini evdeki fimo ile tamir ettim. Kurbağamın kopan bacaklarını yapıştırdım. Bugün akşam son kez fırınlayıp rengarenk boyayacağım. Böylece evimde bir senelik seramik faliyetlerimden birkaç örnek oldu. Artık kardeşimin "EE o kadar zamandır kursa gidiyorsun. Hani yaptıkların nerde?" gibi sorularına cevaben gösterebileğim birşeyler var. Onları da yarın ekleyeceğim

3 Kasım 2009 Salı

Gezdim, Gördüm, Yazdım 6: Mudurnu-Abant

İki hafta önceden aradı Aygen.
-Bak 29 Ekim'de biz Bolu'ya gidiyoruz.Sen de gel. Şimdiden arıyorum.İşini ayarla tamam mı?
-Tamam. Anlaştık.
Hiç zorlama nazlanma filan yok bende. Hemen atladım teklife. Sonbaharda Bolu Abant o kadar güzel olur ki. Yeşilin sarının ve kahverenginin onlarca tonu danseder sanki. Planlarımı yaptım. Arabayla mı gitsem, otobüsle mi? Otobüse karar verdim. Hemde yolda biraz kitap okuyabilirim böylece. Cuma sabahı 8.30'da bindim otobüse. Hava serin ve yağmurlu. Kış kendini iyiden iyiye hissettirmeye başladı artık. Bolu-Ankara arası otobüsle 2 saat 15 dakika. Oradan ilçe otobüsleriyle Mudurnu. Yağmura rağmen yollar o kadar güzel ve renkli ki.


Ankara'nın monoton gri havasından sonra mis gibi çam kokusu çok iyi geldi. Dar yolda, sağlı sollu yüksek ağaçları, yeşilden sarıya ve kızıla dönüşen doğayı seyrederken uzun süredir gitmediğim yerleri yeniden keşfetmenin mutluluğu vardı içimde. Böyle zamanlarda yalnız olmayı daha çok seviyorum yada ara sıra yalnız kalmayı... Özgürlük duygusunu hissediyorum o zaman. Kimseye hesap vermeden, istediğim zaman istediğim yere gidebilmenin mutluluğunu duyuyorum. Siyah günler yollardaki yapraklar gibi renk değiştiriyor. Siyahdan mora dönüşüyor yavaş yavaş. Ne kadar şanşlı olduğumu düşünüyorum. Otobüsün radyosundan gelen cılız sese, Şebnem Ferah'a eşlik ediyorum. Baştan başlıyorum yaşamaya...
Sil baştan başlamak gerek bazen
Hayatı sıfırlamak
Sil baştan sevmek gerek bazen
Herşeyi unutmak.
Son durak Mudurnu. İşte sonunda geldim. Ufak sevimli bir ilçe burası. Eskiden halkın çoğu Mudurnu Tavukçuluk'da çalışırmış. Ama orası iflas edince yöreyi kalkındırmak için turizme önem vermeye başlamışlar. Bazı eski evler ve konaklar restore edilmiş.Otel yada restoran olmuş. Birkaçında çalışmalar devam ediyor. Ortalık sessiz ve huzurlu. Aygen beni buradan alacak. Gelmesine daha bir saat var. Bende fotograf makinemle dolaşmaya başlıyorum eski sokakları.






Tam cuma öğle vaktine denk geldiğimden sokaklar boş, dükkanlar kapalı. Hava soğuk olduğu için oynayan çocuk çoluk da yok. Yalnız sokak köpekleri ve ben varız. Açık bir fırından aldığım simidi korkak bir köpekcikle paylaşınca, yalnız bırakmıyor beni. Ben önde o 3 adım arkamda demirciler çarşısını geziyoruz beraber. Sonra ahşap saat kulesini daha yakından görmek için yokuşu tırmanıyoruz. Tam fotograf için güzel bir nokta bulup makineyi ayarlarken, elinde ekmek poşetiyle muhtemelen evine giden bir amca "O saat gulesi eskiden daştı. Soonadan üzerine ahşap gapladılaaa." diyor. Benden herhangi bir yorum beklemeden, sert bir bakış attıktan sonra aynı hızla yokuşu çıkmaya devam ediyor. Gülümseyip arkasından cılız bir sesle iyi günler diliyorum ama duymuyor bile.





Bir saat sonra Aygen gelince Taşkesti'ye doğru yola çıkıyoruz. Sağa sola kıvrılan yollardan, sararmış ağaçların arasından, kurumuş dereden geçip Taşkesti köyüne yukarıdan bakan küçük ama sevimli dağ evine ulaşıyoruz. Hava biraz ısınmış sanki. Bulutların ve sisli dağların arasından güneş kendini gösteriyor. Aygen'in annesi Şenay teyze hemen sobayı yakıyor. Bizde Aygen'le balkonda güzel bir sofra hazırlıyoruz. Uzaklardan geçen koyunların çan sesleri, köpek havlamaları ve hafif rüzgar sesi birbinine karışıyor. Islanmış mis gibi çam kokusunu içime çekiyorum. Balkonda üşümeye başlayınca içeriye, çıtır çıtır yana sobanın başına toplanıp sohbete başlıyoruz. Tabii nefis manzara eşliğinde.




Ertesi gün kahvaltıdan sonra biraz Abant havası almak için yola çıkıyoruz. Ama önce Mudurnu pazarına uğrayıp biraz alışveriş yapıyoruz. Köy peyniri, erişte, patatesli ve cevizli ekmek...Herşey o kadar güzel görünüyor ki. Ama biz iştahımızı Büyük Abant Oteli'nin göl kıyısındaki restoranına saklıyoruz. Abant haftasonu ve tatil olmasına rağmen sakin. Fazla kalabalık yok. Faytonlar ardarda sıralanmış, müşteri bekliyorlar. Küçük bir tur yapıp, sarı çiçeklerden yapılan taçlarla bol bol fotograf çekiyoruz.





Çıkan rüzgar daha fazla dolaşmamıza izin vermiyor. Arabamıza binip soluğu evimizde sıcak sobanın yanında alıyoruz.Işıkları söndürüp, birkaç mum yakıyoruz. Radyodan yükselen hafif müzik eşliğinde çıtır çıtır yanan sobada pazardan aldığımız kestaneleri pişirirken keyfimize diyecek yok. Eski anılar, arkadaşlar, hayal kırıklıkları, mutluluklar, umutlar, gelecekle ilgili hayaller bir bir ortaya dökülüyor. Kimi zaman gülüyor kimi zaman hüzünleniyoruz. Ama yine de çok mutluyuz. Ertesi gün sabah ben Ankara'ya, Aygen İstanbul'a doğru yola çıkıyor. En kısa sürede tekrar buluşmak üzere ayrılıyoruz. Kendimi şimdi yenilenmiş, zorlu günler için enerji depolamış hissediyorum.
Sıfırladım hayatımı, şimdi herşeye yeniden başlıyorum. Tıpkı şarkıdaki gibi:))